Bibliyoterapi
Pisagorcu Y ve Zorba

Resim: XII Ters Dönüş, Simyacıların Tarot'su, Jean Beauchard
Giriş
Başlamadan bu yazıyı düzenlememde bana yardımcı olan eşim Beliz’e teşekkür ederim.
Bir bitki düşünün ki kökleri gökte, filizleri topraktadır. İşte iki sonsuzun kesişiminde yetişen bu bitki insandır. Ruh ve madde çoğu zaman birbirine karşıt kavramlar olarak algılanır. Ruhu bu alemin ötesinde ulvi bir nesne olarak gördüğümüzde, fiziksel bedenimizi de bu dünyaya mahsus geçici bir kıyafet gibi gördüğümüzde bu şaşırtıcı değildir. Kimi zaman düşmanlık olarak da algılanan bu karşıtlık belki de bizi çok daha derin bir birlikteliğe ve buradan filizlenen yaratıma katılmaya davet etmektedir. Kazantzakis, Zorba romanında bize bu davete nasıl icabet edeceğimizi gösterir. Zorba’yla geçirdiği vaktin onda uyandırdığı heyecen ve atılım için şunu söyler:
“Hayatım boşuna geçmiş,” diye düşünüyordum; elimde olsa da, bir sünger alıp bütün okuduklarımı, bütün görüp işittiklerimi silsem ve Zorba’nın okuluna girip büyük ve gerçek alfabeye başlasam! Ne kadar değişik bir yola girmiş olurdum! Beş duygumu ve bütün tenimi, sevip anlamaya iyice talim ettirmiş olurdum. Koşmayı, güreşmeyi, yüzmeyi, biniciliği, kürek çekmeyi, otomobil sürmeyi, atıcılığı öğrenirdim. Ruhumu tenle, tenimi de ruhla doldururdum; kısacası, içimde barıştırırdım bu yüzyıllık iki düşmanı…” 6, 96**
Zorba müthiş bir dansçıdır, hissiyatını kelimelere sığdırmaya çalışacağı yerde onları yaşar ve akataracaksa da dans ederek aktarır. Hadi Zorba’yla devre girelim:
“Gel Zorba,” diye bağırdım, “bana raks etmesini öğret!” 25, 324
**Bundan böyle romandan sayfları bu şekilde göstereceğim, bölüm sayısı, sayfa sayısı kaynaktan en altta bahsettim.
Zorba’nın Okulu
“Eğer içimizde gençlik, neşe, mucize inancı canlanmayacak ve kart bir koket yirmi yaşında olmayacaksa, İsa’nın yeniden dirilişinin ne değeri olabilirdi?” 21, 263 Kazantzakis’in Zorba romanını tek bir cümleyle özetleyecek olsam bu cümleyi seçerdim. Daha felsefi bir dil kullanacak olsaydım: “Eğer içimizde hakikatle bağ kurmamızı sağlayan ilahi özümüz canlanıp gençlik ve neşeyle harekete geçerek onu kendi ağlarına tutsak edip yaşlandırmış maddesel dünyanın tahakkümünden kurtulamayacaksa, bize bu tohumu ekmek için hazırlanmış herhangi bir dini hikayenin kendi başına ne değeri olabilir?”
Yaşama sevincinden yoksun kuru hikayelerin durumunu Kazantzakis şöyle anlatır:
“… Elimi tepemdeki rafa uzattım, sevdiğim için yanımda getirdiğim bir kitabı, Mallarmé’nin şiirlerini aldım. Yavaş yavaş, rastgele okudum. Kapadım, yine açtım ve attım. Bütün bunlar, bugün ilk kez bana kansız, insanca kokusu olmayan şeyler gibi geldi; mavi boyaları kaçmış, havada duran boş sözler! Tertemiz, süzülmüş, mikropsuz, ama aynı zamanda besleyici lezzeti, hayatı olmayan bir su…
Yaratıcı parıltısını yitirmiş dinlerde, ilahlar, insanların yalnızlığını ve duvarlarını süslemek için nasıl ozanca süslere ağırlık verirlerse, bu şiirlerde de durum öyleydi. Yüreğin erişilmez istekleri, tohum ve toprakla yüklü, eksiz bir oyun, bir akıl, havasal ve anlaşılmaz bir mimari yapı haline gelmişti.” 12, 161
Zorba alışılmışın dışında bir karakterdir. O yüreklidir, cesurdur, sevecendir, ahlaklıdır ancak bir o kadar deli dolu, beklenmedik ve anlaşılmazdır. Zira o kalıpların tutsağı değil ustasıdır. O kalıpları uyulacak kaideler olarak değil, kendi yaratımına şekil verecek alet edevat birikimi olarak görür:
“İşçiler kudurmuşçasına çalışmaktaydı. Ancak Zorba onları kendine bağlayabilirdi; onun yanında çalışmak şaraba, şarkıya, aşka dönüşüyor, onları sarhoş ediyordu. Onun elinde dünya, taşlar, kömürler, odunlar canlanıyor, işçiler onun temposunu alıyor, geçitlerin içinde, asetilenin beyaz ışığı altında savaş başlıyor ve Zorba en önde giderek göğüs göğse savaşıyordu.” 16, 210
Görürüz ki Zorba yaratım eylemine adanmıştır. Bu öyle bir adanmışlıktır ki bu onun için bir görev değildir. O yaptıklarını sevgiyle yapar ama sevgi nedir diye düşünmez. Düşündüğünde, yapı kurmaya çalıştığında kafası karışır; ancak hayret etmek, aşık olmak onun için bir vazgeçilmez bir tattır.
“..görüntüyü ilk kez görüyormuş gibi şaşkınlıkla durdu; dönüp bana baktı, gözlerinde çok hafif bir korku sezdim. Sonunda bana, “Sen hiç dikkat ettin mi patron,” dedi, “taşlar varlıklarına inişte sahip oluyor.”
Konuşmadım ama, sevincim büyüktü. Büyük konuşmacılar ve büyük ozanlar da, aynı biçimde ve hep ilk kez görürler. Önlerinde her sabah, yepyeni bir dünya bulurlar; bulurlar değil, onu yaratırlar.
Zorba için evren, ilk insanlar için olduğu gibi, koyu kıvamlı bir görünümdü; yıldızlar üstünden akıp gidiyor, deniz onun şakaklarında kırılıyordu. Yeryüzünü, suları, hayvanları ve Tanrı’yı, aklın biçim değiştirici girişimi olmadan yaşıyordu.” 12, 163-4
Zorba eylemiyle maddeye can verir, yaratımın temposu artar, ışık karanlığı aydınlatır; “maddeyi ruha dönüştürme savaşında” 24, 312 Zorba en ön saftadır. Bu savaş esasında Tanrı’nın eylemini toprağa dökmek için çabalayan insanın hikayesidir. Bu hikayede iki kutuptan bahsedebiliriz: eril ve dişil. Burada “Baba” Tanrı’nın eylemi, “Anne” Meryem’e yöneliktir ve yaratımla ortaya çıkan ilahi öz bu birleşimin “Oğlu”dur. Bedensel bir misal vericek olursak şöyle de diyebiliriz: kalp atar, atma eylemi pompalar, atma eylemi kanı vücuda dağıtır, vücut beslenir. Kalbi attırana Tanrı dersek, bu atmayı alıp yaşama çevirmeye muktedir kalptir, daha zarif formuyla bir madde olan kan böylece Tanrı’nın yaratımı vücudu besler ve bu beslenme yaşamı görünür kılar.
Bu bağlamda kadınla erkeğin birleşmesi Zorba için belki de en büyük kutsiyeti taşır, zira bu iki kutbun birlikteliği doğurgan toprağa tohumun ekilmesi, yaratımın ta kendisidir. O sebeplerdir ki Zorba arkadaşını onu beğenenen dulla birlikte olması için yüreklendirir:
“…Elyazmasının sayfalarını yavaş yavaş çevirerek, karşı koymaya kararlı bir halde onu dinliyor, heyecanımı gizlemek için ıslık çalıyordum. Ama Zorba benim sustuğumu gördükçe ateşi deşmekteydi:
“Bu akşam Noel gecesi, kiliseye gitmeden önce, çabuk ol da onu [seni bekleyen dulu] bul. Bu gece İsa doğuyor patron; hadi sen de mucizeni göster!”
Sinirli bir halde ayağa kalktım, “Yeter artık Zorba!” dedim. “Herkes kendi yolunu izler. İnsan bir ağaç gibidir. Neden kiraz vermiyor diye incir ağacını hiç azarladığın oldu mu? Öyleyse sus! Gece yarısı yaklaşıyor. Biz de kiliseye gidip İsa’nın doğuşunu görelim.”
Zorba, kışlık takkesini kafasına iyice geçirdi. Bıkmış bir halde, “Peki,” dedi, “gidelim. Ama, şunu bil ki, bu akşam Başmelek Cebrail gibi dulun yanına gitseydin, benden çok Tanrı sevinecekti bu işe. Eğer Tanrı da senin yolundan gitseydi patron, Meryem’e hiçbir zaman yanaşmaz, İsa da hiçbir zaman olmazdı. Bana Tanrı’nın yolunu sorarsan, Meryem’e giden yol olduğunu söylerim sana. Meryem, duldur.” 10, 140
Zorba sayfalara, kitaplara, havasal mimarilere zihni meşgul olan arkadaşına yalnız ve arzulu dulla buluşmasını telkin etse de o bu konuda çekingendir; hayata Zorba gibi katılmaya hazır değildir. Nasıl ki beden bir şeyleri sezgisel olarak bilip yaşayabiliyorsa, zihin bunu kavramaya çalıştığında eli boşa çıkacaktır. İsa’nın yeniden doğuşunun kilisede papazın elinden değil, onun dulla birleşmesinden geleceğini kavrayamaz.
Zorba’nın arkadaşı dulla birlikte olmakta yaşadığı çekingenlik korkusunun eseridir. Bu korku yaşama katıldığında zihnin kavrayamayacağı şeylere temas ederek yok olacağına dair duyduğu korkudur. Dul, beden için ne kadar cazipse, zihin için o kadar korkunçtur. Yaratım günlük haliyle bildiğimiz maddesel yaratımdan, ibaret değildir ki bu bir yaratım değil sadece bir dönüşümdür. Yaratım yaşamı var edenin buyruğunda, onun dilediği gibi eylemlerine şekil vermek yani akışta olmaktır. Zihin bu sürece katıldığında maddeden kurduğu fantezilere elveda demek zorunda kalacaktır, bu da onun en büyük korkusudur. Bu korkuyla başa çıkamamak zihni kızdırsa da akışta olup olmamaya karar vereceği yol ayrımındadır:
“Patron, burada kendini göstermeni istiyorum; erkek cinsini utandırma. Tanrı ya da şeytan sana bu mezeyi yolluyor, dişlerin de var, gayri bırakma onu! Elini uzatıp yakala! Tanrı bizde niçin el yarattı? Tutalım diye; öyleyse sen de tut! Ben hayatımda çok dul kadın gördüm fakat lanet olsun!.. Şu dul, kaleleri temellerinden yıkar.
Öfkeyle, “Bela istemem!” dedim.
Kızmıştım, çünkü ben de, koku yüklü azgın bir canavar gibi önümden geçmiş olan, bu güçlü kuvvetli vücudu ta içimden istemiştim.
Zorba korkuyla, “Bela istemiyorsun!” dedi. “Peki, ya neyi istiyorsun patron?”
Karşılık vermedim
“Hayat beladır, ölüm değil,” dedi Zorba. “Sen canlı insan ne demektir bilir misin? Kuşağını çıkarıp kavga aramak demektir.”
Konuşmuyordum Zorba’nın haklı olduğunu biliyordum, biliyordum ama , cesaretim yoktu. Hayatım yanlış yola sapmıştı, insanlarla olan ilişkilerimi bir iç konuşma haline sokmuştum. O kadar düşünmüştüm ki, bir kadına aşık olma ile kitap okuma arasında seçim yapmam gerekse, kitabı seçerdim.
Hesaplaşmayı bırak patron… Ruhunu kurtaracağın ya da gömeceğin zaman, işte bu zamandır…” 8, 125-6
Dulla beraber olup yaratıma katıldığında, yani ruhunu kurtarmayı becerebildiğinde yaşadığı hafifliği Kazantzakis şöyle tarif eder:
“Serin ve yeşil bir denizin içinde yüzüyormuş gibi, derin bir beden hafifliğine dalmış, güneşte yavaş yavaş yiyeceklerimi çiğniyordum. Aklımın, bedenimdeki bütün bu ten hazzını toparlayıp kalıplarının içine sokmasına, onu düşünce biçimine dönüştürmesine izin vermiyordum. Bütün bedenimi, tepeden tırnağa, bir hayvan gibi hazza bırakmaktaydım. Yalnız, ara sıra çevremdeki dünya mucizesine, içimdeki mucizeye hayranlıkla bakıyordum; “Nedir bu?” diyordum. “Nasıl olmuş da dünya, ayaklarımız, ellerimiz, karnımızda bu kadar güzel bir uyum yapmış?” Sonra, yine gözlerimi kapıyor ve susuyordum.” 21, 271
Pisagorcu Y ve Zorba
Kazantzakis’in Zorba romanından esinlenerek yaratım ve akışın ne demek olduğu üzere ufak bir tefekkür yaptık. Bu kısımda orada elde ettiklerimizi Pisagorcu Y ile ilişkilendireceğiz. Bu sembol Eski Yunan alfabesinden “Y” yani upsilon harfiyle ifade edilir. İlk bakışta bile sembolun dallan iki koluyla beraber bir yol ayrımından bahsettiği görülebilir. Bu ayrım kimilerine göre kusur ya da erdem arasından yaşamda hangi yola gideceğimizin seçimidir. Bu seçimi Tanrısal akışa katılıp yahut katılmamak olarak görebilir ve Zorba’nın söylediği haliyle “ruhunu kurtaracağın ya da gömeceğin zaman” olarak görebiliriz.
Geoffroy Tory bahsettiğimiz temayı da gözeterek bu sembolü şöyle resmetmiştir:
Şimdi biz de Zorba’nın bilgeliğinden yola çıkarak kelimelerle bir “Y” daha resmedeceğiz. Upsilonu topraktan filizlenen bir çiçek gibi hayal edelim. Bu tohumdan erişkinliğe giden yolda bize yolumuzun başlangıcını, kökünü ifade eden manevi doğumumuz olsun. Toprak o güne kadar biriktirdiğimiz yaşam tecrübelerimiz, anılarımız, duygularımız, hissiyatlarımız, tadımlarımız, edindiğimiz bilgiler olsun.
Nasıl ki Kazantzakis Zorba’nın okuluna unutarak giriyorsa, biz de bu yola bugüne kadar bu kaynaklarla inşa ettiğimiz sahte benliği feda edip kökler vasıtasıyla bu benliğin birleşenlerini ihtiyacımıza göre eleyelerek kendimizi yeniden yetiştirmek için kullanacağız. Zorba’ya kulak verelim:
“Güç, patron, çok güç! Bunun için delilik gerek, delilik, duyuyor musun? Ya hep ya hiç! Ama sende beyin var ve seni bu yiyecek. Aklın bakkal senin, defter tutuyor, bu kadar verdim, bu kadar aldım; kar şu kadar, zarar bu kadar diye yazıyor. Yani, iyi bir sahip, her işi sermiyor, her zaman arkayı kolluyor. Hayır, ipi koparmıyor rezil, onu sıkı sıkı elinde tutuyor, kaçırırsa mahvoldu demektir zavallı, mahvoldu demektir! Ama, ipi koparmadıkça, hayatın ne tadı vardır, söyler misin bana? Papatya papatyacıktır; rom değil ki dünyayı altüst etsin!” 25, 336
Buradaki delilik yukarıda bahsettiğimiz üzere Zorba gibi “dünyayı hep ilk gez görmek”, “aklın biçim değiştirici girişimi olmadan” yaşama açık olmaktır. Akıl bir iş görecekse de bu evrede değil sahte benliğin etkisinden özgürleştikten sonra bir araç olarak vazifesini yerine getirecektir. Onun söylediklerine bu raddede birazcık şüpheyle yaklaşmak, yargılamadan gözlemlemek ve izlemek onun sahte benlikten ne kadar etkilendiğini görmek adına daha doğru olacaktır.
Yine de aklın, eyleme geçmeyi kolaylaştırmak adına, tutunacak bir hipoteze, sıradan tasviriyle bir havuca ihtiyacı vardır. Kazantzakis köyün yaşlılarından biriyle kilise yolunda karşılaştığında, yaşlı adam şöyle der:
“Ben pek yazı mazı bilmem ama, bir kere kilisede İsa’nın bir sözünü duydum. Bu söz beynime işlendi, artık çıkamıyor: ‘Neyin var, neyin yoksa satıp sav ve Büyük İnci’yi al.’ Büyük İnci nedir? Ruhun kurtuluşudur oğlum. Sen Büyük İnci’ye doğru gidiyorsun patron…”
Büyük İnci! Kaç kez karanlıkta, büyük bir gözyaşı damlası gibi kafamda parlamıştır?” 15, 199
Yine bu hikaye ve imgelerin harekete geçirici gücünü anlatmak adına Kazantzakis şöyle der:
“Eğer Kutsal Kitap, “Işık bugün doğuyor,” demiş olsaydı, insanın kalbi hasret çekmezdi. Düşünce, efsaneye dönüşmez ve dünyayı bu kadar ele geçirmezdi. İmgelemimizi, yani ruhumuzu canlandırmayan sıradan bir olay olarak kalırdı. Ama, kışın ortasında doğan ışık, çocuk oldu, çocuk da Tanrı ve şimdi yirmi yüzyıldır ruh onu tepesinde taşıyıp emziriyor…” 10, 141
Bu imge ruhun toprağına düştüğünde ona çok önceden saklanmış ışıktan bir tohuma can suyu verir ve onu harekete geçmeye motive eder. Bu can suyunun etkisiyle kendini hatırlayan ruh için dünyayı ilk kez görme deliliği, simyevi bir neşe halini alır:
“Sabaha karşı kalktım. Kapının önüne çıktım, denize, toprağa baktım; dünya bir gecede değişmiş gibime geldi.
Karşımda, kumun üstünde, daha düne kadar yararsız bulduğum bir küme diken, çok küçük beyaz çiçekler açmış, uzaktaki çiçeklenmiş limon ve portakal ağaçlarından gelen koku bütün havayı doldurmuştu. İlerledim, baştan aşağı yeniden süslenmiş toprak üzerinde birkaç adım attım. Dünyanın oluşundan beri yinelenen bu mucizeye doyamıyordum.
Birden arkamda neşeli bir çığlık duydum. Döndüm; Zorba yarı çıplak bir halde ayağa fırlamış, kapının önüne dikilmiş, şaşkınlık içinde baharı kavramaya çalışıyordu.
“Nedir bu patron?” dedi. “Dinim hakkı için dünyayı ilk kez görüyorum. Bu ne mucize patron! Şu uzakta sallanan mavi şey? Ne onun adı? Deniz! Deniz! Ya şu çiçekli yeşil önlük giymiş olanı? Hangi meraklı yaptı bunları? Yemin ederim ki patron, ilk kez görüyorum.”
Gözleri dolmuştu.
“Ey Zorba!” diye bağırdım. “Çocuklaştın mı yoksa sen?”
“Gülme! Görmüyor musun? Burada bize büyü yapıyorlar patron!”
Dışarı fırladı, oynamaya başladı. Bir bahar tayı gibi çimenlerin üzerinde yuvarlandı.
Güneş göründü; ısınsınlar diye avuçlarımı uzattım. Ağaç kabarması, göğüs kabarması… Ruhum da ağaç gibi çiçek açıyordu; insan, ruh ile bedenin aynı maddeden yapılmış olduğunu sezmekteydi.
Zorba, saçları kırağı ve toprak dolu bir halde otların üstünden kalkmıştı.
“Çabuk patron!” diye bağırdı. “Giyinelim, süslenelim; bugün kutsanacağız…” 20, 259
Uyanmaya başlayan ruhumuz anlam vermeye duyduğu bir aciliyet hissine kapılır. Bu hissiyat dünyayı sahte benliğin çizdiği sınır ve gerçek benimsediği kalıplara uydurmaya yönelik değildir. Kendine uyanan ruhunun olgunlaşmaya duyduğu arzunun bir yansımasıdır. En zor, en yoğun soruların etkisiyle kendisini aşan bir tecrübenin eşiğine gelmiştir:
“Zorba’nın mektubunu okuduktan sonra bir zaman kararsız kaldım. Kızmam mı, gülmem mi, yoksa hayatın kabuğunu, mantığı, ahlakı, namusu aşarak lezzete varan bu eski adamı hazla seyretmem mi gerektiğini bilemiyordum. O kadar gerekli olan bütün değerler kendisinde yok da, onu, karşı konmaz bir biçimde en uç sınıra, uçuruma iten güç, evet yalnız bunun tehlikeli bir değeri kalmış onda.
Yazdığı zaman, sabırsız bir hızla kalemleri kıran bu okumamış işçi, maymunluktan kurtulmaya çalışan, kaçan ilk insan gibidir ya da insanlığın temel problemlerine egemen olmuş büyük filozoflar gibidir; onları acil gereksinmeler gibi yaşar…” 13, 180
Bu acil gereksinmenin ortasında Upsilon’un yol ayrımına gelmiş bulunuyoruz. Ruhumuz artık burada onu ilk harekete geçen pasif hayal gücününe ekilmiş Büyük İnci’yi içselleştirip geçireceği dönüşüme katlanacak mıdır? Yoksa önündeki yolun zorluklarından çekinecek, onu kendisine doğurmaya harekete geçiren bu besleyici, can suyu veren anneye yapışacak mıdır? Aciliyetle özümsediği o derin sorular kalbine gelecek olana katlanmaya cesaret ve dayanıklılık mı verecek yoksa ona karşı bir perde mi olacaktır:
“Küçük çocukken kuyuya düşme tehlikesi geçirmiştim. Büyüyünce de “sonsuzluk” sözcüğünün içine düşme tehlikesiyle karşılaştım ve birkaç başka sözcüğün içine daha: “Aşk”, “umut”, “anayurt” ve “Tanrı”. Her yıl kurtulup ilerlediğimi sanıyordum. İlerlemiyor, yalnızca sözcük değiştiriyor ve buna “kurtuluş” diyordum. Şu son zamanlarda da, tam iki yıldır “Buddha” sözcüğüne asıldım kaldım.” 15, 204
Sağ: Erdem Yolu
Tekrar şu cümleyi hatırlayalım: “Eğer içimizde gençlik, neşe, mucize inancı canlanmayacak ve kart bir koket yirmi yaşında olmayacaksa, İsa’nın yeniden dirilişinin ne değeri olabilirdi?” Burada sormak gerekir: kimdir bu kart koket? Roman boyunca Zorba’nın en istikrarlı sevgilisi Madame Ortans’tır. Madame Ortans şöyle böyle Yunanca konuşan, Girit’te bir oteli olan, artık epey yaşlanmış Fransız bir şarkıcı ve dansçıdır. Vaktinde bir sürü yüksek mevkili adamın sevdiceği ve metresi olmuştur.
Yüreğinde Afrodit olan bu kadın maddesel varoluşa öylesine bağlanmıştır ki bu bağın çözülüyor olması onu dehşete düşürür:
“Çevresi karanlıktı, yerden mavi buharlar yükseliyor, biçim değiştiriyordu, bazen kahkahalar atan ağızlar, bazen yaklaşan tırnaklı ayaklar ayaklar, bazen siyah kanatlar biçimine giriyordu.
Zavallı kadın gözyaşlarından, salya ve terden lekelenmiş kirli yastığa tırnaklarını batırdı; büyük bir çığlık attı: “Ölmek istemiyorum! İstemiyorum!”” 23, 290
Ölüm döşeğinde dehşete düştüğü kadar en arzulu haliyle Zorba’yla birlikte olan kadın Madame Ortans’tır. Maddesel varoluşun getirdiği bağ ile hem bu kadar haz duyan, sevinen hatta özgürleşen; hem de bağın çözüleceği endişesiyle bu kadar dehşete düşen şey bedendir. Günlük yaşamda ruh ve beden diye düşünür bu ilkisini birbirinden ayırırız. Ancak Zorba’nın dostu dulla birlikte olduktan sonra yaşadığı hafiflikle beraber Kazantzakis bedeni de bir ruh olarak tasvir eder:
“Dün geceki bütün sevinç, içerden akıyor, bölünüyor ve benim yapılmış olduğum toprağı sulayıp doyuruyordu. Böylece, gözlerim kapalı, uzanmış olduğum halde, içimin gıcırdayıp genişlediğini duyuyordum sanki! Dün gece, ilk kez elle tutulur halde ruhun da, belki daha çabuk hareket eden, daha saydam, daha özgür bir beden olduğuna inandım. Beden de, biraz uykusu gelmiş, büyük yürüyüşlerden yorulmuş, ağır miraslarla aşırı yüklenmiş bir ruhtur; ama, büyük anlarda o da uyanır, beş kolunu da kanat gibi silkeleyerek doğrulur.” 21, 270
Bedenin açıklığı sayesinde edindiği tüm duyumlara tahammül etmesini acı olarak nitelersek, beden acıyla olgunlaşır diyebiliriz. Bedenin acıyla olgunlaşabilmesi (bkz. Simone Weil – Zeus ve Prometheus) acıyı herhangi bir açıklama ve düşünceyle baskılamadan hissetmekten geçer:
“Zorba’nın acısını kıskanarak kendi kendime, “İnsan bu demektir,” diye düşünüyordum. Acı duyduğu zaman, gerçek iri gözyaşları döken, sevinirken de sevincini, ince, metafizik eklerden geçirerek onu boşuna harcamayan, sıcakkanlı ve sağlam kemikli insan!” 22, 282
Ağırlaşmış bir ruh olan beden acıyla uyanır. Bu uyanış katlanması her ne kadar güç olsa da ve biz içinde debelenip kurtulmaya nafile çalışsak da, çileyle olgunluğa eriştiğimizde iç duyu ve sezgilerimizle bağ kurabilir hale geliriz. Bu sayede hepimizi birbirine bağlayan o görünmez ipliklere temas edebilir, fizikselin ötesinde algılara kapı aralayabiliriz. Kazantzakis dostunun Kafkasya’da Yunan kardeşlerini savunmak için mücadele ederken, tehlikede olduğunu ta Girit’ten hissedebilir:
“İniş yolunu tuttum, dağdan aşağı yuvarlanıyordum, vücudumu yorarak, acının yerini değiştirmeye çalışıyordum. Beynim, bazen insanın ruhuna ulaşabilen esrarengiz mezarlarla alay etmek için boş yere çabalıyordu; içimde mantıktan daha derin, tümüyle hayvansı, ilkel bir kesinlik beni korkuya boğmaktaydı. Hiç kuşkusuz koyunlar ve sıçanlar gibi bazı hayvanlar da, depremden önce, aynı kesinliğe sahip olurlar. İçimde daha topraktan kopmamış, kendi başına ve mantığın biçim değiştirici aracılığına kapılmadan duyan insan öncesi ruh uyandı.” 24, 332
Katlanabilme kapasitesi ve bunu tahammül olarak gerçekleştirme ruhun eril kuvvetinden gelir. Bu kuvvet kutbu olan dişiye, erdeme, öyle bir çekilir ki onun için ne kadar zor olursa olsun her şeye katlanabilir. Elbette bu arzu kendine maddesel dünyada bazı neseneler bulacak kendini onunla tanımlamaya çalışacaktır. Özgürleşme adına Zorba’nın babasının hikayesi bu yolculukta erilliğin yerini çok güzel anlatıyor. Babası Zorba’ya göre “kişner,” konuşmaz, gönlüne buyruktur. Üstünde bir arzunun ona tahakküm etmesine ve kendine köle etmesine katlanamaz. Bu arzu onun için tütündür. O arzuyla öyle bir harekete geçer ki kendini bu kusurundan tütün kesesini çiğneyerek kurtarır.
“”Uykum yok,” dedim, “ben burada kalacağım. Birlikte gördüğümüz son gece bu!” Zorba bağırdı: “İyi ya işte, onun için de kısa kesmemiz gerek.” Ve boşalmış bardağını ters çevirdi; bu, artık içmek istemediğine işaretti. Tıpkı, sağlam erkeklerin sigarayı, şarabı, zarı kestikleri gibi: yiğitçe!
“Şunu bilmelisın ki, babam sapına kadar erkekti; sen bana bakma; ben üfürüktüm; onun önünde dikiş tutturamam! O, ‘Eski Yunanlılar’ denen soydandı; elini tuttu mu, kemiklerini kırardı. Ben bazı bazı, insan gibi, akıllı uslu konuşabilirim; ama babam uluyor, kişniyor ve şarkı söylüyordu; ağzından pek seyrek, insanca bir söz çıkardı. Bütün tutkunluklar vardı onda, ama hepsini kılıçla kesip attı. Vapur bacası gibi sigara içerdi; bir sabah kalktı, çift sürmek için tarlaya gitti; varıp çite dayandı, o dev gövdesiyle, tütün kesesini çıkarıp işe koyulmadan önce bir sigara yakmak için elini hırsla kuşağının arasına soktu. Tütün kesesini çekti, boş! Bez beze yapışmış; evde doldurmayı unutmuştu.
Kızgınlığından köpükler saçarak uludu, birden, bir sıçrayışta geri döndü, köye doğru koşmaya başladı; yani tutkunluk sarmıştı onu. Ama, öyle koşarken, birden —insan sırdır derler ya— durdu, utandı, tütün kesesini çıkardı, dişleriyle bin parça yaptı ve kudurmuşçasına ayaklarıyla çiğnedi. ‘Namussuz! Namussuz!’ diye uludu. ‘Orospu!’
O andan sonra da, bütün hayatı boyunca, bir daha ağzına sigara koymadı… Erkekler böyle yapar, patron; hayırlı geceler!”” 25, 338 – 339
Kendi gönlü üzerinde bu kararlılık ve içtenlikle çalışan insan, artık onun için hizmetini görmüş ve kurumuş hayallerinden vazgeçmeye hazırdır:
“Bütün bu hayallerden kendimi kurtarmalıydım. Buddha’lardan, Tanrı’lardan, anayurtlardan ve düşüncelerden… “ 16, 212
Bu açıklıkla ilahi olandan gelecek olan bereketi yaşamaya, iki evreni birleştirmeye; madde dünyasında bir “tanrı” olmaya hazırdır. Bu ilham ve bereketin gelişini Kazantzakis turnaların gelişiyle anlatır. Tüm evrenin düzeni ve işleyişi içersinde turnaların sesiyle insan kendi erdemini duyumsayabilir, biricikliğini bütünüyle hisseder ve akışa katılır:
“Yürürken, gökyüzünden kulağıma boğuk sesler geldi. Başımı kaldırdım. Çocukluğumdan beri yüreğimi ağzıma getiren o görüntüyü şimdi görmüştüm: Daha sıcak bir ülkede kışı geçirmiş, geri dönen, gökyüzüne askeri bir düzende yaylmış turnalar. Tıpkı o efsanedeki gibi: Kanatları üzerinde ve bir deri bir kemik kalmış gövdelerinin oyuklarında kırlangıçları taşıyan turnaları…
Mevsmlerin değişme dönüşümü, dönen dünyanın çarkı, güneş tarafından birbiri arkasınca aydınlatan toprağın dört yüzü, kaçan ve bizim de kendisiyle birlikte kaçtığımız hayat, göğsümü yine heyecanla doldurdu. Turnaların sesiyle içimde, bu hayatın her insan için bir tanecik olduğu, başkasının var olmadığı, neyin tadını çıkarabileceksen burada çıkaracağın, bunun çabucak gelip geçtiği ve ölümsüzlük içinde insana bir fırsatın daha verilmeyeceği yolundaki korkunç önsezi yeniden yankılandı içimde.
Bu amansız, amansız olduğu kadar da şefkat dolu uyarıyı duyan insan yüreği, zayıflıkları, anlamsızlıkları yenmek, tembelliğin ve yararsız büyük umutların üstesinden gelmek ve sonsuza kaçan her saniyeyi yakalamak kararı alır.” 15, 197 – 198
Akışta olan kimsenin halini Kazantzakis şöyle anlatır:
“Kusursuz içgüdüsü ve o ilkel kartal bakışıyla bu adam, sağlam ve kısa yollardan kestirme gidiyor, çabanın doruğuna çabaszılığıyla- yorulmadan, kolayca varıyordu.” 24, 328
Sol: Kusur’un Dikenleri
Açıklığımızla doğayı tecrübe ettikçe beraberinde doğan aciliyet tahammül etmesi güç bir durumdur. Zira buradaki aciliyet beraberinde bize olgunlaştıracak olan acıyı da getirir. Burda aciliyet aceleciliğe dönebilir ve insana bir sonuç bulması adına içini kemiren bir endişe verebilir. Bu endişe, dönüşmesini sağlayacak olduğu acıyı hissetmesinden alı koyan duygudur. Doğa yaptığında acele etmez. Her şeye olgunlaşması için gerekli ilgi ve zamanı ayırır. Sonuç bulmak isterken, tüm çabalar boşa çıkabilir:
“.. Yabanıl bir çam ağacında, bir sabah, içerideki canın dışarı çıkmak üzere kabuğunu tam çatlattığı anda, bir kelebek kozasını görme fırsatını nasıl elde etmiş olduğumu hatırladım. Bekliyor, bekliyordum; o ise gecikiyordu; benim de işim vardı… Bunun için ona doğru eğildim, soluğumla ısıtmaya başladım. Onu sabırsızlıkla ısıtıyordum. Mucize benim önümde, doğal hızından daha hızla olmaya başladı; kabuğun hepsi açılıp kelebek göründü. Ama ben heyecanımı asla unutmayacağım: Kanatları kıvrıntılıydı ve açılmamıştı, bütün vücudu titriyor, kanatlarını açmaya çalışıyor, ama beceremiyordu. Bense ona soluğumla yardımcı olmaya çalışıyordum. Ama boşuna. Onun, güneşte sabırla olgunlaşmaya ve açılışa gereksinmesi vardı; şimdiyse, artık vakit geçmişti. Soluğum kelebeği yedi aylık çocuk gibi vaktinden önce, daha buruşuk bir halde dışarı çıkmaya zorlamıştı. Olgunlaşmamış halde çıktı, umutsuzca kımıldadı, biraz sonra da avucumun içinde öldü.
Kelebeğin bu tüylü iskeleti, sanırımki, bilincimdeki en büyük ağırlıktı. Ve işte bugün, ta derinden anladım: Yüzyıllık yasaları oldubittiye getirmek öldürücü bir günahtır; ölümsüz uyumu güvenle izlemek insanın borcudur.” 10, 148
Acelecilikte ısrarlı olmak insanı kendi görüşünü doğaya dayatmaya, görüş ve inancında kristalleşmeye götürür. Onu motive edecek olan Büyük İnci imgesi artık onu tutsak almıştır. Yukarıda Zorba’nın bahsettiği “anlaşılmaz ve havasal”, “yaratıcı parıltısını kaybetmiş” dinler bu tutsaklıktan doğar. Bu tutsaklığa Kazantzakis Büyük Kesinlik der:
“Herkesin ve her şeyin binlerce yıldan beri kovmak için örgütlendiği utanç verici, öldüren düşman aynıdır: Büyük Kesinlik…
“Bütün bunlar”, diye düşündüm, “bizim huzursuzluğumuzun çocuklarıdır ve uykuda simgenin en parlak süsüne bürünürler. Onları biz kendimiz yaratırız; bizi bulmak için uzaktan hareket etmezler; bunlar, sonsuz güçlü, karanlık bölgelerden bize gelen bakışlar değildir; bizim dışımızda hiçbir değerleri olmayan, bize ait yayımlardır. Ruhumuz alıcı değil, vericidir onun için korkmamalıyız.” 24, 333
Büyük Kesinliğin tuzağına düşmüş olan tecrübe edemediği anlamı etrafından zorla almak ister. O yüzdendir ki tuzağa düşen insan “vatan”, “tanrı” gibi soyut kavramları kendini ihya etmek için birer dönüştürücü olarak kullanmak yerine kendini başkalarından ayırmaya, onlara düşmanlık beslemeye ve böylelikle de elde edeceği zafere odaklanır. Zorba bu yoldan da geçmiştir. Savaş sırasında düşmandan kaçarken bir Bulgar köyünde bir dul kadın onu saklar ancak kana susamış canavar Büyük Kesinlik onun da canını alacaktır:
“… ‘Nah,’ diyordum, ‘nah ulan Zorba, kadın bu demektir, insan bu demektir! Bu Bulgar mı, Rum mu, ham hum şaralop mu? Aynı şey be; insandır, insan! Öldürmekten utanmıyor musun? Tuh sana!’ Onunla birlikte iken, onun ılıklığı içinde olduğum sürece bunları düşünüyordum. Ama o kuduz köpek ‘vatan’ bırakmaz ki! Sabahleyin, dul Bulgar karısının verdiği Bulgar elbiselerini giyerek kaçtım; merhum kocasının elbisesini sandıktan çıkarıp vermişti; tekrar geleyim diye de dizlerimi öperek yalvarıyordu… Evet, evet, ertesi gece oraya gene döndüm, ama, yurtsever olarak; evcilleşmez bir canavar olarak; bir teneke petrolle döndüm. Köyü yaktım. O zavallı kadın da birlikte yanmış olmalı. Adı Ludmila idi…”
Zorba içini çekti; bir sigara yaktı, iki soluk çektikten sonra attı:
“‘Vatanım’ diyorsun… Kâğıtlarının sana söylediği, incir çekirdeğini bile doldurmayan o boş sözlere kulak asıyorsun… Sen beni dinle; vatan var oldukça insan canavar kalacaktır, evcilleşmez canavar… Ama, şükür Tanrı’ya, kurtuldum, geçti! Ya sen?”
Karşılık vermedim. Benim sandalyeme çakılmış, yalnızlığımın içinde düğüm düğüm çözmeye savaştığım bütün sorunları, bu adam dağların arasında; temiz hava içinde, kılıcıyla çözmüştü.
Umutsuzca gözlerimi yumdum.
Zorba bıkmıştı.
“Uyudun mu patron?” dedi. “Ben budala da, oturmuş seninle konuşuyorum.”
Mırıldana mırıldana yatağına uzandı. Biraz sonra horladığını duydum.
Bütün gece uyuyamadım. Yalnızlık dolu köşemizde, o gece, ilk kez duyduğum bir bülbül sesi dünyayı dayanılmaz bir acıya boğdu. Gözyaşlarımın yanaklarımdan süzülüp aktığını duydum birden.” 20, 258
Bitiş
Kazantzakis sorar:
Hangisi doğru? Ölümsüz oluşumuz mu, yoksa o kısacık yaşamımız boyunca ölümsüz birtakım şeylerin buyruğunda kalışımız mı? 24, 306
Bu sorunun cevabını herkes kendi için verebilir; ancak, her ne cevap verirsek verelim, Zorba’yla beraber onun yaşama verdiği anlam üzerinden ortak birşeyler hissedebiliriz:
“Neydi bu dünyanın anlamı? Şaşkındım. Amaç neydi? Erişebilmek için ne yapabilirdik? Zorba’ya bakılırsa, insanın da, doğanın da amacı sevinçler yaratmaktı. Kimileri bunu “bir ruh yaratmak” diye belirtiyorlar” 24, 305
Tanrı’nın kahkahası ve neşesi bu maddi dünyada insan ruhu aracılığıyla ifade bulur (bkz. Ficino). Sözü romandaki bir diğer karakter, yarı deli Zaharias’a bırakıyorum:
“… keşişler bana bakıp gülüyor; hepsi bende yedi tür şeytanlığın var olduğunu ve bunların bana küfrettiğini söylüyorlardı, ama ben diyorum ki: ‘Hayır, doğru olamaz, Tanrı gülmeyi sever.’ Bir gün bana, ‘Gel içeri palyaçom!’ diyecek. ‘Gel de beni güldür…’ Ben de, işte böyle, Karagöz gibi Cennet’e gireceğim!” 17, 221
Yaptığımız tüm çalışmaların bizi erdem yolunda
yaşama sevinciyle doldurması dileğiyle.
Resim: XXI Dünya-Evren,
Simyacıların Tarot’su, Jean Beauchard
Zorba the Greek, yönetmen Michael Cacoyannis, müzik Mikis Theodorakis ve Zorba olarak Anthony Quinn
Ayrıca ilgilenenlere Arthur Joffé’nin Tanrı’nın neşesi ve kahkahası ile ruhun bu dünyada bunu nasıl hayata geçirdiğini anlatan “Que la lumiere soit” filmini öneririm. Özünde bu hikaye Zorba’nınkine çok benziyor:
Kaynakça


Bir yanıt yazın