Bibliyoterapi
Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi – A’mâk-ı Hayâl
‘‘Leyla’lı Mecnun’’, Ressam Işıl S. Gönen.
*
Filibeli Ahmet Hilmi tarafından kaleme alınan “Amak-i Hayal” kitabında yer alan “Leyla’lı Mecnun” ve bir sonraki paylaşımımız olan “Leyla’sız Mecnunlar” adlı hikayeler, adım adım önümüzde açılan ve bizi Kaynağa doğru götüren yolu gözler önüne seriyor, nasıl aşık olduğumuzu, nasıl arayışa girdiğimizi ve – inşallah! – kavuşmamızın nasıl gerçekleşebileceğini gösteriyor … okuyucu satırları okuyan bir göz değildir sadece, hayır, o arayış içinde olan Raci’dir ve adım adım, İlahi Aşk’a doğru giden ve hepimizin er ya da geç çıkacağa yolculuğu deneyimliyor … Burada hikaye anlatıcılığı zirvesini yaşıyor!
**
13. Bölüm
Leyla’lı Mecnun
Gündelik işlerden kurtulunca kendimi Aynalı’nın sohbetine atmaktan alamıyordum. Bu bende âdeta tiryakilik hâline gelmişti. Yine bir gün işi gücü bitirdikten sonra, ikindiye doğru onun yanma gittim. Aynalı Baba asırlık bir çınarın altında oturuyordu.
– Evlât! Bugün biraz coşkuluyum. Sana ney çalayım, dedi ve başladı ney çalmaya.
Aslında buna ney demek yanlıştı. Çünkü bu neyin sesiyle yer ve göğün inlediğini zannediyordum. Kısa bir süre sonra kendimden geçtim.
Emel şehrinin eşrafından ve hatırı sayılır zenginlerinden birinin oğlu olarak gördüm kendimi. Ailenin tek oğlu olduğum için annem ve babam taparcasına seviyorlardı beni. Emel şehri halkı da yakışıklılığım ve terbiyemle iftihar ediyordu. On sekiz yaşında tam bir yiğit olduğum için her sabah atıma biniyor, şehrin gül bahçelerini kıskandırıcı güzellikteki kırlarını dolaşıyor, ara sıra avcılık yapıyordum.
Ben sokaklardan geçerken, halk: “Yaratıcıların en güzeli olan Allah’ın şanı ne yücedir” diyerek güzelliğimi övüyorlardı. Şehrin en güzel kızları, bana görünmek için yollara çıkmayı âdet hâline getirmişlerdi. Fakat ben, kolumda gezdirdiğim şahinim kadar gururlu olduğum için onlara tepeden bakıyor, bu zavallıları görmemezlikten geliyordum. Atımı oynatarak geçip gidiyordum yanlarından. Fakat kalbime acayip bir ateşin düştüğünü hissediyordum. Bu ateşin sebebini bilmediğim hâlde beni yakıp kül etmesi çok tuhaftı. Sonunda büyük bir hüzne kapılmaktan ve derin düşüncelere dalmaktan kendimi alamadım. Elime sazımı alıp hem söylüyor, hem ağlıyordum. Zamanla ağlayıp inlemeler alışkanlık hâline gelmiş, benzim sararıp solmuş, dünya ile alâkam kesilmişti. Doğal olarak, bu hâlim anne babamın gözünden kaçmıyordu. Garip bir hastalığa tutulduğumu duymayan kalmamıştı. Herkes yas tutuyordu. Şehrin en meşhur doktorlarının yaptığı türlü türlü ilâçlara, remilcilerin ve hocaların okuyup üflemelerine rağmen hastalığım günden güne artıyordu.
Sonunda, uzaktaki köylerden birinde oturan, kehanet ve ilmiyle meşhur bir adamı bulup getirdiler. Bu ihtiyar, doktorların yaptığı ilâçları kontrol etti. Başını salladı. Usturlaba (“Yıldızların dünyaya yüksekliğini hesaplamakta kullanılan bir âlet.”) baktı. Yıldızlarla konuştu. Cin çağırdı. Bir müddet düşündü. Sonunda:
-Efendi! Oğlunuz seviyor. Aşk hastalığına yakalanmış, dedi.
-Muhterem Efendi! Kimi seviyor?
-Hiç kimseyi… Aşkın en öldürücü olan şekli budur.
-Ey Büyük Âlim! Bize yol göster! Ne yapmamız gerekiyor? Bunun çaresi ne? Oğlumuzun kurtulması için canımızı vermemiz gerekiyorsa, verelim. Yeter ki ciğerparemiz kurtulsun.
– Efendi! Oğlunuzun bağrını yakıp kül eden “mutlak aşk”tır. Önce bu aşka bir hedef bulmalıyız. Sonra, bu aşk ateşini vuslat âb-ı hayatıyla söndürmenin bir yolunu düşünmeliyiz. Aksi takdirde, ölmesi kaçınılmazdır.
Anne babamın sevincine diyecek yoktu. Onların düşüncesine göre bu işi halletmek çok kolaydı. Beni evlendirerek meseleyi çözeceklerini düşünüyorlardı. Şehrin en güzel kızlarını bana göstermeye başladılar. Şehrimizde katı bir denklik sistemi uygulandığı hâlde, fakir ve aşağı tabakadaki güzeller bile gösterildi. Ne çare ki bunların hiçbirini beğenmedim. Sonunda yatağa düştüm.
Günden güne sararıp soluyordum. Benim bu hâlimi gören zavallı annem ve babam delirme konumuna geldiler.
Artık, tamburumu tıngırdatıp, şarkı söyleyecek dermanım kalmamıştı. Bu yüzden, acımı hafifletir düşüncesiyle babam seçkin bir müzisyen topluluğunu emrime verip; onları, hoşuma giden parçalan çalıp söylemekle görevlendirmişti.
Bir gün, dokunaklı bir faslın bittiği sırada sokakta dolaşan bir tellâlın: “Bin alttın değerinde, kapalı bir sandık satıyorum. İçinde ne olduğunu ben de dâhil kimse bilmiyor. Bu sandığı alan da pişman, almayan da…” diye bağırdığını duydum. Tellâlın söylediklerini anne-babam da duydu. Belki içinden, beni eğlendirecek bir şey çıkar düşüncesiyle hemen satın aldılar.
Sandığın içinde ne olduğunu çok merak ediyordum. Aylardan beri ilk defa bir şey arzuladığım için anne ve, babam çok sevindi. Sandığı yanıma koydular. Bir sürü anahtar getirdiler. İki gün sandığı açmaya uğraştım. Hiçbiri uymuyordu. Sonunda zor belâ sandığı açmayı başardım. Sandıktan bir resim, bir de kâğıt çıktı. Önce kâğıdı okudum. Şöyle yazıyordu:
“Bu resim, Maksut şehri padişahı Sultan Keramet’in kızı Aşk Aynası Banu’nun resmidir. Onun yüzündeki parlaklığın yanında Zelihalar sönmüş yıldızlar gibi kalır. Onun tatlı diline hatipler hayrandır. Onun aklı karşısında âlimler şaşkındır. Banu on beş yaşında olup, Maksut Şehri’nin gençleri ve Cabilsa’daki herkes ona âşıktır.
Ey bu resmi görecek olan zavallı! Sen ona âşık olmakla başını belâya sokacaksın. Şunu iyi bil ki, Aşk aynası yeryüzünün afetidir. Binlerce yiğidin ve gencin ölümüne sebep olmuştur. Âşıklarının bazısı intihar etmiş, bazısı da verem olmuştur. Ey zavallı şehit! Sen de o şehitler arasına katılacaksın. Sen de ona kavuşamamanın acısına dayanamayarak bu dünyadan göçüp gideceksin… ”
Bu ürpertici yazıyı okuduktan sonra, hiç tereddüt etmeden resmi elime alıp baktım. “İnsan iki kere ölmez ki! Zaten uzun zamandır ölümcül bir hâlde yaşamıyor muyum?” diye düşündüm. Resme baktığım zaman boğuk bir çığlık kopararak bayılmışım. Kendime geldiğimde anne-babam başucumda ağlıyordu. Baygınlığım uzun sürdüğü için öldüğümü sanmışlardı. Durmadan ağlıyordum. Gözyaşlarını ilâç gibi geliyor, üzüntüm ve sıkıntım hafifliyordu.
O gece ilk defa yemek yemek istedim. Yemekten sonra, çoktan beri hasretini çektiğim tatlı bir uykuya daldım. Artık aşkımın bir nesnesi vardı. Tüm benliğimle Aşk Aynası Banu’yu seviyordum.
Kısa sürede kendimi toparladım. Sanki hiç hastalanmamış gibi oldum. Sevgilimin resmi elimden düşmüyor, hayali kalbimden gitmiyordu. Hep onu düşünüyor, rüyalarımı onunla süslüyordum. Sonunda önemli bir karar verdim. Anne babamın odasına gidip, ellerini öperek dedim ki:
-Ey benim dünyaya gelişime vesile olan anne ve babacığım! Sevgilimi bulup, onunla görüşmek istiyorum. Eğer bunu yapamazsam kahrımdan ölürüm. Bu yüzden Maksut şehrine, Cabilsa-ya gideceğim. Kararım kesindir.
Zavallı anne ve babam bu konuşmam karşısında çok şaşırdılar. Fakat kısa bir süre sonra, beni bu kararımdan döndürmenin imkânsız olduğunu anladılar. Bu önemli meseleyi konuşmak için şehirdeki bilge kişileri eve çağırdılar. Benim kararımı tüm ayrıntılarıyla açıklayarak, onların bu konudaki görüşlerini sordular. Muhterem bir zat söz aldı ve şöyle dedi:
-Bu konuda bir şeyler söyleyebilmek için Cabilsa bölgesini, Maksut şehrini bilmek lâzım. Ben böyle bir yeri ilk defa duyuyorum. Burada bulunanların da benimle aynı durumda olduklarını zannediyorum.
Bu meclisteki yüce şahıslar, bu adamın söylediklerini doğrulayarak, şimdiye kadar böyle bir yerin ismini duymadıklarını söylediler. Sonunda bu konuyu, daha önce hastalığımı teşhis eden yüce kâhine danışmaya karar verdiler. Kâhin çağrılıp, mesele kendisine anlatıldı. Kâhin biraz düşündükten sonra:
-Maksut şehri, Cabilsa bölgesinin, batısında bulunan bir şehirdir. Bu yerin ötesinde başka herhangi bir şehir yoktur. Biz ise doğunun en ucundaki Emel şehrinde yaşıyoruz. Maksut şehrine, süratli gidildiği takdirde bir yılda varılabilir, dedi.
Yeniden şehrin ileri gelenleri bir araya getirildi. İhtiyar kâhinin söyledikleri tartışıldı. Sonunda, beni kararımdan döndürmenin imkânsız olduğunu anladılar ve Cabilsa’ya gitmem noktasında görüş birliğine vardılar. Bu yolculukta on beş tane sadık hizmetçi bana refakat edecekti. Babamın yalvarıp yakarmalarına dayanamayan kâhin de benimle birlikte gelmeye razı oldu.
Yirmi gün kadar, Sultan Keramet ve hanımına götürülecek hediyeleri ayarlamakla uğraştık. Değerli kâhinin yolculuk edeceği taht-ı revanı hazırladık. Sonunda müneccimlerin uygun gördüğü bir günde anne babamla vedalaşıp erkenden yola çıktık. Akrabalarım ve şehir halkı dualar ederek bizi şehir dışına kadar uğurladılar. Ermiş bir zatın hayır duasından sonra yola koyulduk.
Bir sene kadar yorucu bir yolculuk yaptıktan sonra sonunda Cabilsa bölgesine, Maksut şehrine vardık. Şehirdeki büyük bir kervansarayda konakladık. Şehirdeki haberleşme ağı çok gelişmiş olduğundan, uzak doğudan geldiğimizi duyanlar bizi ziyarete geldi.
Ziyaret sebebimizi anlayanlar, başlarını sallayarak üzüntülerini belirtiyorlardı. On gün kadar istirahat ettikten sonra kâhinle beraber Sultanın sarayına gittik. Sultanın huzuruna kabul edildiğimizi bize haber verdiler. Hediyeleri verdikten sonra bu uzun yolculuğa niçin katlandığımız soruldu. Niçin geldiğimizi söyleyince hepsinin yüzü karıştı. Derhal meclis üyelerinin toplanması emredildi. Vezirlere de ne maksatla buraya geldiğimizi anlattık. Hepsinin yüzlerinde acı ve üzüntü belirtileri görülüyordu. Sultan dedi ki:
-Oğlum! Evlilik konusunda ona karışamam. Yalnız şu kadarını söyleyeyim ki, şimdiye dek binlerce delikanlı bu kız uğrunda yok olup gitti. Kızım, kendisini isteyenlere bir şeyler soruyor. Bu soruları cevaplayamayanlar sonunda helak oluyor. Ancak, sorularına doğru cevap veren kimseyle evleneceğini söylüyor. Fakat bu zamana kadar, on binlerce gencin arasından bu sorulara doğru cevap veren biri çıkmadı. Senin gibi yakışıklı bir gencin helak olmasını istemem.
Benim kararım kesindi. Bir an önce imtihana girmek istediğimi, istediğime kavuşmanın veya bu uğurda ölmenin benim için bir lütuf olduğunu dile getirdim.
Vezirler kısa bir konuşmadan sonra ertesi gün saraya gelmemi söylediler. Sabaha kadar gözüme uyku girmedi. Sabahleyin erkenden kâhinle birlikte saraya gittim. Son derece görkemli bir salona geçtik. Ortadaki büyük perde salonu iki bölmeye ayırıyordu. Ortadaki koltuğa ben oturdum. İhtiyar kâhin de yanıma oturdu. Diğer koltuklara vezirler, nazırlar ve memleketin ileri gelenleri oturmuştu. Salonun çevresinde büyük bir kalabalık vardı.
Etrafa yayılan sarhoş edici güzellikteki kokular Aşk Ayna-sı’nın salona girdiğini haber veriyordu. Kısa bir süre sonra perde kaldırıldı. Yüksek bir taht üzerinde oturan Banu’nun yüzü peçeliydi. Etrafını yüzlerce melek yüzlü cariye çevrelemişti; elleri göğüslerinde, büyük bir saygıyla ayakta duruyorlardı.
Kız uzun süre beni dikkatle süzdü. Konuşmaya cesaret edemiyor gibi bir hâli vardı. Sonunda, kulağa musiki gibi gelen hoş bir ses tonuyla konuşmaya başladı:
-Ey genç! Gel bu sevdadan vazgeç. Şimdiye kadar hiç kimse sorularıma cevap veremedi. Cevap verecek yeterlilikte olanlar beni arzulamazlar. Beni arzulayanlar ise bu soruları asla cevaplayamazlar.
-Ey Banu! Ben vatanımdan ayrılırken “ya sevgili, ya ölüm” dedim. Yemin ettim buna. Ey Aşk Aynası! Ben sensiz yaşayamam.
-Ey Genç! Yazık! Eğer mümkün olsa sana kayıtsız şartsız varırdım. Ne yazık ki bu mümkün değil. Vuslata erdiğimiz takdirde ikimiz de yok oluruz.
-Ey Banu! Üzme beni, merhamet et! Sorularını sor!
Aşk Aynası derin bir ah çekti.
-Söylediklerimi can kulağıyla dinle genç adam! İlk sorum şu: Elif mi noktadan, nokta mı eliften çıktı? İkincisi; bu ne zaman oldu? Üçüncüsü; elif ve noktanın birliğini gösterebilir ve bunu ispat edebilir misin?
Bu soruları sorduktan sonra yüzündeki peçeyi kaldırdı. Ben o eşsiz güzellikteki yüzü görünce, onun parlaklığına dayanamayarak “Allahuekber!” diye bir çığlık atıp, bayıldım.
Gözümü açınca Aynalı Baba’nın her zamanki gibi gülümsediğini gördüm.
-Elif üstün (e), elif esre (i), elif ötre (ü)… İşte bir yığın soru sana! Elif nasıl olur da hareke kabul eder. Elife hemze demekle bu işi halletmiş olur muyuz? Ya Rabbi! Bu “elif-ba” meselesi amma da çetin bir konu. İnsanlara okuma yazma öğretenler çok. Fakat içlerinde “elif-ba”yı bilen yok.
Biraz daha sohbet ettikten sonra, ertesi gün görüşmek üzere birbirimizle vedalaştık.
*
14.Bölüm
Leyla’sız Mecnunlar
Dün kararlaştırdığımız gibi ikindiye doğru buluştuk. Aynalı cezveyi ocağı koydu. Oradan buradan konuşup, kahvelerimizi içiyorduk.
Kısa bir süre sonra ben bayıldım. Hayalim, dün kaldığı yerden başladı. Benden sonra Banu da derin bir ah çekerek bayıldı. Onu saraya, beni eve götürdüler. Kendime geldiğimde kâhinin yüzüme üzüntü içinde baktığını gördüm. Kararımı vermiştim. Eğer Banu’nun sorularına cevap veremezsen intihar edecektim.
Kâhinle sorular üzerine konuştum. Bunlara nasıl cevap vermem gerektiğini sordum. Dedi ki:
-Oğlum! Bu soruların cevaplarını yalnızca Cünûn (delilik) Vadisinde yaşayanlar bilir.
-Eee, nerede bu vadi?
-Her yerde.
-Anlamadım.
-Oğlum! Cünûn Vadisi adında belli bir yer yoktur. Bu vadi dünyanın her yerindedir.
-Peki, bu vadileri nasıl bulacağız?
-Bu çok kolay. Hazırlanın. Yarın yola çıkıp arayalım.
Ertesi gün yola çıktık. Üç ay, bir sürü şehir ve kasabayı boşu-boşuna dolaştık. Cünûn Vadisi’ni çağrıştıran bir yere rastlamadık. Ümitsizliğe düşmeye başlamıştım.
Bir gün büyük bir şehre vardık. Yalnız vakit çok geç olduğu için kale kapılan kapalıydı. Bu yüzden surların bitişiğindeki mezarlığın yanına çadır kurduk. Yolculuğun verdiği yorgunlukla hemencecik uyumuştum. Uyandığımda şafak sökmeye başlamıştı. Kâhinle kahvelerimizi içerken mezarlıktan bir kahkaha geldi. Sonra şöyle bir ses duyduk:
Mekansız olan iki yer var ki, meskendir
Biri Vadi-i Hayret, birisi Şehr-i Cunûn. *
*”Mekânı belli olmayan iki yer vardır ki, yaşanacak yer orasıdır.
Bunlardan biri Hayret vadisi, diğeri Cunûn şehridir.”
Kâhin gülerek:
-Evlâdım! Cünûn şehrim bulduk. Haydi kalk! Orada oturanlarla konuş tanış olalım, dedi.
Kalkıp mezarlığa girdik. Orada yedi kişi vardı. Bir mezarın üzerine halka şeklinde oturmuşlardı. İçlerinden biri kahkaha ve şiir sebebiyle uyanmış gibi görünerek:
-Ne var, ne oluyor? Ezan mı okunuyor, dedi.
Kâhin bu kimsenin bir mütehayyir (hayrete düşmüş kişi) olduğunu söyledi.
Diğer biri, birinci adamın söylediğine cevap olarak:
Giremez beldemize dağdağa-i reyb-ü güman
Ne biliş var, ne akıl var, nefünun, dedi.
Bunu işiten başka biri:
-İmam, Kâfirûn sûresini mi okuyor? diye sordu. Bir diğeri:
-Sanırım bülbül ötüyor. Başkası:
-Hayır! Çorba kaynıyor. Bir diğeri:
-Ne buyurdunuz? Cezvedeki kahve mi taşmış? Öbürü:
-Dalga sesi olmalı. Sonuncu kişi:
-Helvacı bağırıyor galiba. Biraz alsak, dedi ve ekledi:
Ah cümle halette yine kendini zevk ederek
Küllü hizbin remzini hatemine çekmiş ferihun.*
*”Ah! Her halükârda eğlenip böbürlenenler, ‘Her grup yanlarında olanla (inanç ve kanaatiyle) böbürlenir’ ayetiyle işaret edilen şeyi kendilerine mühür yapmış.”
O sırada birisi bağırdı: -Ne o, ne bu, ne de şu.
Bunun üzerine hepsi sustu. Biz kâhinle beraber, içlerinden birinin yanına yaklaştık. Edepli bir şekilde elini öpmek istedik. Güldü ve şöyle dedi:
Hacer-i Esved’i var öp, eğer öpmekse muradın
Hiçi pus etmek için hâlet-i bîşan gerek.
Can derağuş olunur mu mûtenahi sözlerle
Leb değil öpmek için ah-ı can gerek… **
**”Eğer birşey öpmek istiyorsan git Hacer-i Esved’i öp!
Hiç olmuş bir kimsenin elini öpmek için kendi varlığından sıyrılman gerekir.
Belli sayıdaki sözlerle can ve ruh kavranabilir mi? ir şeyi öpmek için dudak değil, tâ gönülden gelen bir “ah” lâzımdır.”
Sonra başka birine yaklaştık.
-Ey bütün ilimleri kendinde toplamış hikmet sahibi kimse! Maruzatımızı. der demez büyük bir kahkaha patlattı ve şöyle dedi:
Ve körün unvanını arif koyarak
Görenin ismine divane denildi.
Nice efsaneleri saydırmış ilim
İlm-ü irfanına efsane denildi.
Sonra üçüncü kişiye giderek, ziyaretimizin sebebini söyleyip, yardımcı olmasını rica ettik. Sürekli yalvarıyordum. O da dinliyormuş gibi görünüyordu.
Sonunda konuşmamı kesip vereceği cevabı beklemeye başladım. Şöyle dedi:
-Yağmur mu yağıyor? Aa! Bunu isteyen var, istemeyen var. Kimi zaman isteyip, kimi zaman istemeyen var. İsteyip istememekte kararsız olan var. Acaba “var” ne demek?
Sonunda bu vatandaşlarla konuşamayacağımızı anladık. Bir köşeye çekildik. Kâhin:
-Biraz sabır! Hele dur bakalım! dedi.
İçlerinden biri bize doğru geldi.
-Hah! İşte konuşabileceğimiz biri, diyerek yanma yaklaştım ve:
-Efendim! Hoş geldiniz! dedim.
-Hoş gelmedim, dedi.
-İsminiz nedir efendim?
-Bu her saniye değişir.
-Peki kimsiniz efendim.
-Ne bileyim ben? Eğer bunu bilsem hiç burada aşçılık yapar mıydım?
Ben büsbütün ümidimi kesmiştim. Fakat kâhin sabretmemi tavsiye ediyordu.
-Bizim amacımız bunlara bildirilmiştir. Biraz bekle bakalım. Birkaç gün burada kalıp, riyazete çekilelim. Bakalım zaman ne gösterecek, diyordu.
Denildiği gibi yaptım. İştahsız olduğum için günde birkaç zeytinle yetiniyordum. Tam otuz gün bu şekilde geçti. Kırkıncı gün delilerden biri, başka bir deliyi yanına çağırdı. Bu Mütehayyir’di. Hilâl şeklinde halka oldular. Mecnun ortaya oturmuştu. Mütehayyir ise onun tam karşısındaydı. Bir müddet sonra hepsi kendinden geçmiş bir hâlde iç dünyalarına daldılar. Sonra, Mecnun ve Mütehayyir konuşmaya başladılar.
-Ey Mütehayyir! Okudun, yazdın ve mânâsını da anladın. Söyle bakalım, mânâyı nasıl anladın?
-Elif-ba ile.
-Mânâ ne demektir?
-Birin iki, ikinin bir olmasıdır.
-Buna ne denir?
-Bir’in bir olması mümkün müdür? Parçalara.ayrılabilir mi? Birleşik mi?
-Hayır! “Bir” yalın, arızasız, engelsizdir ve de parçalara ayrılamaz.
-Öyleyse bir nasıl iki olur? Bir’in niçin iki yönü var?
-Bu iki yönün biri ikrar, diğeri inkârdır. İnkâr, ikrarın gölge-sidir. Bu yüzden, aslında bu iki yönün hakikati birdir. Eğer bir-tek yön olsa, o zaman ikilik olabilirdi.
-Peki, bunun adı ne?
-Üç ismi var: Yaratma sanattı, Cilve-i Zuhur (ilâhî vasıfların çeşitli şekillerde tecelli etmesi), Melabe-yi Vahdet (bir tek olan Allah’ın varlıkları yaratılış şekli).
-Bunlar ne zaman gerçekleşmiştir?
-Zaman, inkâr tarafında olan birşeydir. Varlıkta zaman olmaz “an”olur.
-Pekâlâ, “an” dediğin nedir?
-Sırf inkârdır, sırf yokluk. İkrarda zamansızlık demektir. İkrarla inkârı ayırmak da mutlak zaman demektir. -Peki, Elif-ba ne demek?
-Kâinattaki realiteler…
-Asıl olan hangi harftir?
-Elif.
-Bu harf neyin aslıdır? Varlığın mı, hadiselerin mi?
-Varlığın değil, hadiselerin aslıdır.
-Elifin aslı nedir?
-Nokta.
-Elif’e mi, yoksa noktaya mı varlık diyorsun?
-Noktaya. Nokta sessiz varlıktır, ancak Elifle konuşur.
-Öyleyse iki tane varlık var?
-Hayır! Elif ve nokta birdir.
-Peki, Elif nasıl meydana geldi.
-Bunu sözle anlatmak mümkün değildir.
-Bir benzerini göstererek anlat.
-Eşi ve benzeri yoktur.
-Öyleyse bir örnek ver.
-Bu konuda verilen bir örneği, ancak zaman ve mekandan uzak olanlar anlar yalnızca.
-Peki, bunu anlamamızı kolaylaştıracak bir şey söyle.
– An.
-An ne yapar?
-Bal yapar, sevdirmek için.
-Başka ne yapar?
-Balmumu yapar, bildirmek için.
Mecnun büyük bir sevinç içerisinde:
-Allah senden razı olsun ey Ariflerin Sultanı! Sen hem Hayret Vadisinde, hem de Cünûn vadi’sinde yaşayan birisin. Son bir sorum var, ne olur cevapla, dedi.
Bu konuşma yapılırken ben hayretten hayrete düşüyordum. Artık Aşk Aynası’nın sorularının cevabını biliyordum. Fakat içimde Aşk Aynası’na karşı en ufak bir istek kalmamıştı.
Kalbim, Aşk Aynası olmuştu. Artık kelimenin tam anlamıyla seviyordum”. Ben, ben’le sevdiğime kavuşmuştum.
Ben böyle bir durumdayken, Mütehayyir cebinden bir parça balmumu çıkardı. Oradakilere göstererek:
-Ey Cemaat! İşte nokta, dedi. Sonra onu nefesiyle ısıtıp uzatarak:
-İşte Elif, dedi.
O sırada Mecnun ayağa kalktı:
-Elifin başka adı var mı? diye sordu.
Mütehayyir:
-Evet, var. Gel de kulağına söyleyeyim, dedi.
Sonra kulağına bir şeyler fısıldadı. Kucaklaştılar. Daha sonra Mütehayyir bana dönerek:
-Ey Genç! İşte arttık Leyla’sız Mecnun oldun. Çünkü Mecnun Leyla oldu. Aradan Leyla’yı da çıkarırsan, Elifin diğer ismini de öğrenebilirsin, dedi.
Büyük bir sevinç içerisinde gözlerimi açtım. Aynalı o davudi sesiyle şu şiiri okuyordu:
Ona Mecnun mu denilir ki onun Leyla’sı
Yeni bir cilve-i şevket ile Mevla olmuş.
*
*
***
Bir yanıt yazın