Bibliyoterapi
Henri Coton-Alvart: ‘Fragments d’Hermétisme’ (Hermetik Derlemeler) – Simya İlkeleri

Henri Coton-dit ‘Alvart’
Özel koleksiyon,
Editions Le Mercure Dauphinois
*
Çeviri: Nalan Özkan Lecerf
Bugünkü Via-HYGEIA paylaşımı, Henri Coton-Alvart’ın ölümünden sonra yayımlanan yazılarından ‘Simya İlkeleri’ adlı eserden bir alıntıdır. Bu bölüm, onun dostu ve öğrencisi Henri La Croix-Haute tarafından derlenen ve ‘Henri Coton-Alvart’ın “İki Işık” Üzerine Düşünceler’ adlı eserde yer alan ‘Fragments d’Hermétisme’ (Hermetik Derlemeler) başlıklı kitaptan alınmıştır. Söz konusu eser Le Mercure Dauphinois tarafından 2001 yılında yayımlanmıştır. Bu alıntılar, giriş bölümü için 73-77. sayfalardan, ana metin için ise 79-89. sayfalardan derlenmiştir. Fransızca orijinalinden İngilizce çeviri, İngilizce metinden Türkçe çeviri Via-HYGEIA tarafından yapılmıştır.
**
Giriş
Yazar: Henri La Croix-Haute
Yabancı bir ülkeye yaklaştığımızda, oranın coğrafyası ve gelenekleri hakkında önceden bilgi edinmek tavsiye edilir. Aynı durum simya için de geçerlidir; ve eğer yirmi kadar kitap, sabırla incelendiğinde, genel bir bakış sunabiliyorsa, bir Üstat’ın rehberliği anlayışı kolaylaştırmada vazgeçilmezdir.
Kimya ile kıyaslandığında, simyanın amacı farklıdır: Kimya, maddelerin bileşimini deneyerek anlamaya yönelik bir analiz süreciyken, simya beden, ruh ve zihnin bilgisini içeren felsefi ve dini bir gelenektir. Dünyanın her yerinde belgelenmiş olan bu gelenek, Romalı şair Ovidius (MÖ 43 – MS 17) tarafından şu sözlerle özetlenmiştir: “Dünya sürekli bir dönüşüm içindedir.”
Bu sürekli dönüşüm değişmez bir yasaya tabidir. Ona yaklaşmak için, Hermetizm öncelikle ilk maddeyi (Corpus Mundi), tüm yaşamın etkenini (Anima Mundi) ve her şeyin yönlendirici ve düzenleyici Ruhunu (Spiritus Mundi) tanımaya çalışır. “Simyacı, etkilerini bizzat yaşadığı, fakat belirli koşullar altında katılmasına izin verilen ebedi bir mekanizmanın işleyişine tanıklık eden bir gözlemcidir.” Yaşamın dönüşümünün en yüce mayası, “Felsefe Taşı” olarak adlandırılmıştır.
‘Evrenin ebedi hareketi, dört durumun birbirini takip eden sabit ritmiyle kendini gösterir: 4 mevsim (Zaman), 4 yön (Mekân veya Haç), 4 element (Doğa), 4 çağ (İnsan). Bu dört aşamanın tamamlanması, ‘Kare İçine Alınmış Daire’ olarak adlandırılan bir döngü oluşturur.’ Daireyi kare içine alma ilkesi, pergel ve cetvelle ölçülerek felsefe taşının bir karşılığı olan beşinci unsurun (quintessence) athanorda (simyasal ocak) doğuşunu gösterir.
Her varlık için –ister hayvan, ister bitki, ister mineral olsun– beşinci öz; üreme, döllenme, beslenme, şifa ve dolayısıyla yaşamın mayasıdır. Bir metalin içsel mayası, uyku halinde olsa bile, aynı doğaya sahiptir. Simya çalışması, ateşin yardımıyla bu metalde hapsolmuş mayayı yeniden uyandırmayı amaçlar. Ancak, her hamilelik gizli bir şekilde ve belirli sıcaklık koşulları altında gerçekleşir. Tüm ateşler –ister dışsal ister içsel olsun– yalnızca yanıcı olanı yakar. Bu nedenle, metali nüfuz edebilecek bir etken (felsefi cıva) hazırlanmalı, bu madde saf olanı safsız olandan ayırmalı ve metalin eril (kükürt) ile dişil (cıva) öğelerini birleştirmelidir. Simyasal işlem, metalin beşinci unsurun (quintessence) yeniden ortaya çıkmasını sağlar ve onun yaratıcı gücünü tekrar eril tohuma kazandırır; bu tohum, dişil beden içine yerleştirildiğinde yeniden canlanır.
Cıva, kükürt ve daha sonra eklenen tuz kavramlarının, simyasal “magisterium”un (simya sürecinin kutsallığının) gizliliğini korumak ve yabancılar için kazalara neden olmasını önlemek amacıyla oluşturulduğu açıktır. Antik Yunan ve Arap simyacıları, kendilerini korumak için gizemli kelimeler kullanmışlardır. Câbir ibn Hayyan (Geber), Arnaldo de Villanova ve Roger Bacon ile birlikte Cıva ve Kükürt kavramları ön plana çıkarken, Paracelsus, bu iki temel ilkeye Tuz ekleyerek, tüm maddelerin üç temel ilkesini belirlemiştir. Henri Coton-Alvart, bu kavramları “kimyasal kişilikler” olarak adlandırır; çünkü bunlar, her maddenin biyolojik tohumunu karakterize ederken, dört element ise tüm maddeler için geçerli olan prensiplerdir. XV. yüzyılda Basile Valentin, en kapsamlı tanımı ‘Hermetik Felsefenin On İki Anahtarı’ adlı eserinde vermiştir. İşte Üçüncü Anahtar’ta geçen alıntı: “Bilin ki, Taş bir, iki, üç, dört ve beşten oluşur. Beş, kendi özünün beşinci unsurudur. Dört, dört elementi temsil eder. Üç, tüm varlıkların üç temel prensibidir. İki, çünkü cıva prensibi ikili bir yapıya sahiptir. Ve bir, her şeyin ilk özüdür, yaratılışın temel ilkesi olan yaratıcı “Fiat”tan doğar.”
Daha sonra, Antoine-Laurent de Lavoisier (1743-1794), dehası ve hassas terazileri sayesinde, metal dönüşümü sırasında meydana gelen ağırlık değişimlerini kaydetmiştir. Bu keşfi, simyaya bilimsel bir açıklama kazandırmış, böylece deney yapanlar için süreci kolaylaştırmıştır; ancak bu yaklaşım, Büyük Çalışma’yı (Opus Magnum) gerçekleştirmek için gerekli olan ruhsal arınmayı (ascesis) ortadan kaldırmıştır.
Bu çalışma, bakır, demir, altın, gümüş ve kurşun örnekleri üzerinden, bir metalin oksidasyon sürecinde oksijen eklenmesiyle enerji kaybına uğradığını göstermektedir. Günümüzde bu enerji kaybına “elektron” diyoruz. Bir oksitleyici madde (oksijen, kükürt veya başka bir yarı metal) metale bağlanarak, onun elektronlarından birini yerine geçirdiğinde, metal dönüşüme uğrar ve enerjetik özünün bir kısmını kaybeder. Bağlayıcı kuvvet kükürde aittir. Diğer yarı metallerin etkisi altında ortaya çıkan yeni form; ısı, dinamik bir kuvvet veya kimyasal bir bağ olabilir.
Metal, cıva (su + hava), kükürt (toprak + ateş), tuz (toprak + su) ve Antiklerin “gök ateşi” adını verdikleri, ölçülemez bir özden oluşur. Üç tür cıva vardır: Birincisi sıradan (yaygın olarak bilinen) cıva, ikincisi metal içindeki temel cıva prensibi, üçüncüsü ise simyacının hazırladığı felsefi cıva. Metal içindeki cıva, durağan ve görünmezdir, ancak belirli koşullar altında, özgün gücünü ve canlılığını yeniden kazanabilir. Benzer şekilde, deneyler iki tür kükürt olduğunu gösterir: Birincisi eriyebilen ve uçucu kükürt, ikincisi ise eriyemeyen ve ağır kükürttür. Her ikisi de cıvanın pıhtılaştırıcı ajanlarıdır: Birinci tür (uçucu ve eriyebilen kükürt) ayrıştırılabilir, ikinci tür (kuru ve topraklı kükürt) ise metalin içinde donuk kalır. Bu nedenle, işlenecek metalin seçimi ve ayrıştırma işlemini gerçekleştirebilecek tepkime ajanının belirlenmesi büyük önem taşır. Metalde reaksiyonu başlatan ajan, filozofun cıvasıdır. Bu, metal içinde doğal olarak bulunan bir cıvadır; ancak ateşli bir güçle, ince bir içsel ateşle canlandırılmıştır. Bu felsefi cıva, metale nüfuz edebilir ve doğanın madende eksik bıraktığı dönüşümü tamamlayarak onu yeniden yaratabilir.
Henri Coton-Alvart, çok sayıda antik metni okuyup çevirerek, Mısır hiyerogliflerinin anlamını keşfetmeye çalışan Jean-François Champollion’a benzer bir yöntem geliştirmiştir. Simyacılar tarafından Câbir ibn Hayyan (Geber) ile Eirenaeus Philalethes arasında kullanılan sembollerin eş anlamlılığını fark etmiş ve bu karşılaştırmalı tablo, simya metinlerini çözmesine ve simyasal sürecin aşamalarını netleştirmesine yardımcı olmuştur. Filozoflar “cıva”dan bahsederken, daima “cıva suyu”nu kastederler; çünkü bu cıva prensibini, mükemmel bir metalin embriyosu gibi görürler. Bu prensip, sıradan (yaygın) cıvayı canlandırarak onun daha aktif ve nüfuz edici hale gelmesini sağlar. Bu nedenle simyacılar, cıva prensibini “Beyaz Kartal” olarak adlandırırlar. Philalethes şöyle demiştir: ‘Sıradan cıva, metalin cıva suyunu çıkarmak için bir araçtır.’ Artephius ise şunu ekler: ‘Bir amalgamın ateş altında sindirilmesi için on dört hafta gereklidir. Güneş’in veya Ay’ın bu cıva suyunda banyo yapması, prensibi arındırır ve yeniden canlandırır.’
Saf olan ile saf olmayanın ayrılması ve ateş aracılığıyla sürekli sürdürülen birleşim, altın veya gümüşün özüne ait yaratıcı erdemlerini yeniden kazanmasını sağlar.
*
Henri Coton-Alvart’ın ‘İki Işık’ Adlı Eserinden
Küçük Bir Ek
Sonsuz yaşam, yaratılmış varlıklar ve milletler için birbirini takip eden döngülerde var olur.
“Her şey aynı tohumdan doğar.” – Basile Valentine
“Her şey gelişir ve dönüşür.” – Herakleitos
Ancak, bir formdan diğerine geçen yalnızca ruhsal enerjidir; o kalıcı olup dünyayı canlandırır. Bu, Güneş ve Ay’ın (aynı zamanda Yin & Yang, Erkek & Kadın, Kükürt & Cıva) görünen ikiliği altında yatan Birlik İlkesidir.
Simyanın bize öğrettiği şey, Beşinci Unsurun (Quintessence) ve Yaşamın Dönüşümünün farkındalığıdır. Beşinci Öz (Quintessence) tüm varlıkların yaşamını barındırır, bedenlerdeki Özgün Işığı taşıyan ve sabitleyen araçtır, başka bir bedenden gelen besindir, böylece yaşamı sürdürür, Mesih’in kanının gerçek ve maddi biçimidir, Aracı (Mediator), Kutsal Kâse (Graal) ve Felsefe Taşıdır.
Beş Yapraklı Çiçek (Quinte-Feuille)
Simyanın Beşinci Unsurunun sembolü olan beş yapraklı çiçek.
*
Henri Coton-Alvart
Simyanın İlkeleri
Benden simyanın temel ilkelerini birkaç ana hatla özetlememi istiyorsunuz. Bunu deneyebiliriz. Ancak, söylenecek çok şey kalacak; bu yüzden tam bir açıklama beklemeyin. Yalnızca ifade edebilirim, fakat gerekçelendiremem.
Simya hiçbir zaman didaktik bir şekilde ele alınmamıştır. Gerçekten kimse onu anlamaya çalışmadı ya da kabul ettirmeye uğraşmadı, bunu ancak onun hakkında çok az bilgiye sahip olanlar yaptı. Aksine, hermetistler onu yalnızca azınlığın kullanımında tutmak için büyük çaba sarf ettiler; aktardıkları her şeyi, ancak zaten konuya aşina olanların anlayabileceği sembolik veya imalı bir biçimde sundular. Bu, simyayı çalışmak isteyen biri için ilk zorluktur.
Durumu daha da kötüleştiren şey ise, yarı bilgili bilim insanları veya mutlu cahillerin bu konu hakkında, gerçekten bilen yazarlardan çok daha fazla şey yazmış olmasıdır. Bunun sonucu olarak, çok fazla sayıda hermetik literatür ortaya çıkmış, bunlar genellikle yirmi ölçü yalan ve hata ile bir ölçü doğru doktrinin karışımından oluşmuştur. Ve elbette, bu tek ölçülük hakikat, eğitim almamış bir göz için hemen çözülebilir nitelikte değildir.
Bu karmaşık külliyatın incelenmesi şaşırtıcı ve hayal kırıklığı yaratıcıdır. Çağdaş olanlar, simyanın ilkeleri hakkındaki tartışmalara kendi görüşlerini katmak konusunda her zaman hevesli olmuş, ancak sadece saçmalıklar söylemişlerdir. Terminolojiye yeterince hâkim olmadıklarından, cevaplanma ihtimali olmayan bir eleştiri riski olmadan anlamsız şeyler gevelerler. Aslında, ortada bir problem olduğunu bile fark edemediklerini açıkça göstermişlerdir. Bu rastgele gruptan Marcelin Berthelot’u da muaf tutmuyorum. O büyük bir kimyacıydı, ancak tartışmaya hevesle katıldığı simyaya tamamen yabancıydı.
Simyanın amacı, modern kimyanın amacıyla aynı değildir. Üstelik, birçok kişi modern kimyanın simyadan türediği yanılsamasını yaymış olsa da, aslında böyle bir türeyiş söz konusu değildir. Eskilerin zamanında bile, modern kimyanın bir karşılığı vardı ve bu, hermetik ruhun dışında var oluyordu. Kimyanın amacı, maddelerin bileşimini statik bir anlayışla incelemek ve deneylemekti. Bu, büyük felsefi problemlere ulaşamayanların uğraşıydı; bilimi yalnızca dar kapsamlı uygulamalar açısından değerlendirenlerin eğlencesiydi. Ancak hermetizmin gerçek amacı bu tür ikincil uygulamalar değildi. Hermetizm, dünyanın büyük problemine odaklanıyor ve diğer tüm felsefeler ve dinlerle uyum içinde bulunuyordu. Hermetistler, öğretilerinin her geleneğin temelinde yer aldığını iddia ediyorlardı. Bu bilgilerin bizzat Merkür (Thoth Hermes) tarafından kendilerine emanet edildiğini ve onun insanlığa bu bilimi hediye ettiğini söylüyorlardı.
Aslında, simyanın öğretileri ve sembolleri, Çin hikâyelerinde, Hindu Mahabharata’sında, Yunan mitolojisinde ve hatta Pers’in ateş dinini takip edenler arasında bile bulunabilir. Ayrıca Yahudi-Hristiyan yazılarında ve İskandinav mitlerinde de mevcuttur. Arapların İslam öncesi geleneklerinde de simya sembolleri yer almaktadır. Bu noktada kendimize şu soruyu sormakta haklıyız: Bu ilkel dürtü nereden geliyor?
Hermetizmin felsefi konumunu kısaca çerçeveleyelim. Her düşünen insan için dünya büyük bir gizemdir: Varlık gizemi, çünkü dünya vardır. Hareket gizemi, çünkü dünya yalnızca her türlü mümkün hareketi sunar; Yalnızca uzaydaki hareket değil, tüm varlıkların içsel hareketi de söz konusudur ve bu onları durmaksızın değişime zorlar. Hiçbir şey, ne sahip olduğu biçimiyle ne de nitelikleriyle kalıcı değildir. Romalı şair Ovidius’un dediği gibi: “Dünya, sonsuz bir başkalaşımdır.”
Ancak bu başkalaşım rastgele değildir. Bu kaotik bir çalkalanma değil, belli bir yasaya göre işleyen bir dönüşümdür. Bir cismin düşmesi, bir taşın izlediği yol, yıldızların hareketi, mevsimlerin birbirini takip etmesi, yaşamın filizlenmesi. Tüm bunlar belli bir ritme ve amaca göre düzenlenmiştir. “Dünya, anlaşılabilirdir.”
Bu nedenle, dünya varlığıyla maddi, hareketiyle canlı, düzeniyle akıllıdır. “O aynı anda Beden, Ruh ve Akıl’dır.”
Hermetizm, bu üç niteliği incelemeyi ve keşfetmeyi amaçlar:
a. Tüm şeylerin ilk maddesi: Corpus Mundi – Dönüşüm döngüsünün başlangıç hali.
b. Yaşamı ya da ölümü getiren, her şeyi durmaksızın dönüştüren sürekli etkin unsur: Anima Mundi.
c. Bu etkin unsuru yönlendiren, düzenleyen ve ilkel kaostan ideal bir yapı oluşturmaya çalışan zeka: Spiritus Mundi.
Bu düşünceler felsefi, hatta dini yaklaşımlarla bağlantılıdır, ancak onları hermetik düşünceye özgü kılan şey, dünyanın bu üçlü doğasının Hermes’in çocukları tarafından belirli bir ölçüde erişilebilir olduğudur. Çünkü Hermes, bilginin ilkesini almış ve Büyük Dünya’nın sürecini “küçük ölçekte” deneyimleyebilmiştir. Bu deneyim Opus Magnum (Büyük Çalışma) olarak adlandırılır. Bu Büyük Çalışma, hiçbir şekilde yapay değildir. Tıpkı bir çiftçinin yaptığı gibi, doğaya yalnızca uygun koşulları sağlayıp engelleri ortadan kaldırır. Buna karşıt bir varoluş anlayışıyla, örgütlü dinler, ilahi işlerin hiçbir yönüne insanın yaklaşamayacağını öğretir.
Simyacı, kendini bağlayan bir makinenin sonsuz işleyişine tanıklık eden bir gözlemcidir; ancak bu sürece katılmasına da izin verilmiştir. Dünyanın tükenmez hareketi, ebedi hareket olarak adlandırılmıştır, çünkü kendini sürekli yeniler. Ancak, dar görüşlü zihinler bunu asla durmayan ve hiçbir maliyeti olmayan bir makine icadı olarak anlamışlardır! Bu makine gerçekten vardır, ancak büyük dünyanın ta kendisidir ve onun mutlak doğası, başka bir benzerinin yapılmasını imkânsız kılar.
Her şeyi harekete geçiren ilke tohumu filizlendiren, insanı büyüten, gıdayı dönüştüren, yeni tohumları doğuran, tüm varlıkları kendi nihai amaçlarına doğru yönlendiren yaşam ve ölümün dönüşüm aracısıdır. Simyacılar buna Felsefe Taşı (Lapis Philosophorum) adını verdiler. Ve elbette, dar kafalar bu taşın, ucuz metalleri değerlilere dönüştüren sihirli bir madde olduğunu sandılar! Oysa bu ürün gerçekten vardır, çünkü “değerli” metal de gerçekten vardır; ancak ona yalnızca belirli koşullar altında ulaşılabilir. Ve yine, onun mutlak doğası, insan yapımı bir şekilde üretilmesini imkânsız kılar.
Dünyanın sonsuz hareketi, akıl tarafından yönlendirilen bir düzenleyici ilke ile belirlenmiştir. Bu hareket, değişmeyen evrensel bir ritmi ortaya koyar. Dört halin ardışık sırası bir bütün olarak bir döngü oluşturur. Zaman içinde dört mevsim, uzayda dört ana yön, insanın dört yaşı, dört temel özellik, birbirini doğuran dört hal. Bu dönüşümün anahtarı olan dört element döngüsü, tüm varlıklara uygulanabilir. Dört halin tamamlanması bir döngü oluşturur ve bu döngü “dairenin karelenmesi” olarak adlandırılmıştır. Ve dar görüşlü zihinler, bunun bir eğrinin ölçüsünü doğru bir çizginin ölçüsüne indirgeyen matematiksel bir hesaplama olduğunu sandılar! Oysa bu oran gerçekten vardır, çünkü evren yalnızca eğrilerden oluşur. Ve sadece tek bir doğru çizgi vardır—o da, eğriliği sonsuz yarıçapta olan eğridir. Bundan dolayı, doğal düzende başka bir benzerini inşa etmek imkânsızdır.
Bu üç bilimsel chimera —ebedi hareketin, Felsefe Taşı’nın ve dairenin karelenmesinin aranışı—bu şekilde adlandırılmıştır ve bunun iyi bir nedeni vardır. Bunlar özel düzeyde imkânsızdır, ancak genel düzeyde birdirler; ayrılmazlar, çünkü yaşamın ta kendisini oluştururlar. Var olan her şey, yaşar. Yaşayan her şey, ebedi harekete katılır ve yaşamın etkenini—Felsefe Taşı’nı, evrensel mayayı—barındırır. Her şey dört durumu aşar, dört temel sütuna dayanır, maddenin dört biçimi içinde var olur, dört elementin içinden geçer. Bu da dairenin karelenmesinin yönlendirildiği anlamına gelir.
Bu kısa girişten çıkan sonuca göre simyacı, dünyayı bir kimyager gibi değil, bir biyolog gibi görür. O, dünyada sabit bir yapı görmez, düzenlenmiş bir değişim dizisi görür. Biz yalnızca geçici görünümleri algılarız. Simyacı, her şeyde onun mayasını, içsel etkenini arar, onu yaşam yolculuğuna iten, büyümeye ve solmaya sevk eden, yaşam ve ölümün aracısı olan özü bulmaya çalışır. Bu etken, geçici biçimlerden farklıdır. Bu biçimler, dört elementten türeyen bileşimlerdir. Ancak, dört elementin ötesinde beşinci unsur (quintessence), maya, kalıcı etken bulunur. Bu metallerde, minerallerde, bitkilerde, hayvanlarda bulunur. Ayrıca suda, atmosferde, kozmik ışıkta ve uzayda da vardır. Her yerde yayılmıştır, ancak bulunduğu yere göre farklı şekillerde hareket eder ve onu yönlendiren düşünceyi—Archea’yı—izler.
Via-Hygeia Notu
Archea terimi iki anlama gelir:
- Biyoloji:
- Archaea alemi içinde yer alan, belirgin bir çekirdeğe sahip olmayan tek hücreli mikroorganizmalardır.
- Bakteriler ve ökaryotlarla birlikte yaşamın üç ana alanından birini oluştururlar.
- Ortalama hücre boyutları 5 μm’dir.
- Simya:
- Eski fizyologlar ve çeşitli simya yazarları tarafından yaşam ilkesi olarak tanımlanan bir kavramdır.
- Paracelsus, onu varlıkların beslenmesini ve korunmasını yöneten yaşamsal ruh olarak görür.
- Van Helmont, bedenlerdeki aktif ilke olarak tanımlar.
- Stahl, animizm teorisinde onu ruh ile ilişkilendirir.
Simyanın ilkeleri artık şu şekilde özetlenebilir:
Evrenin temel maddesi, dört aşamadan—dört elementten—geçerek bir yolculuk yapar. Bu süreç, içsel maya (ferment) tarafından yönlendirilir. Başlangıçta uyuşuk ve pek aktif değildir. Ancak uyanır, özgürleşir ve döngünün sonunda tüm gücüne sahip olur. Sonra bölünerek çoğalır ve döngü yeniden başlar.
Dünyadaki her şey bu döngüye, ancak daha küçük ölçeklerde girer. Evrensel ilk madde gibi, özgül ilk maddeler de vardır. Evrensel maya, kendini farklı mayalar halinde özelleştirir. Bu benzerlik (analojik düşünme), doğal gözlemler aracılığıyla evrensel süreci kavramamıza olanak tanır. Ve ardından, bu mayaları nasıl çıkaracağımızı ve nasıl uygulayacağımızı çözebiliriz.
İçsel beşinci unsurun (quint-essence) işleyişi, aynı beşinci unsurun daha yüksek bir etkinlik düzeyine çıkarılmış haliyle eklenmesi yoluyla güçlendirilebilir. Bu bir aktarım (transfüzyon) gibidir; böylece maya, en yüksek aktivite seviyesine ulaşmış olur.
Bu prensip farklı alanlarda gözlemlenebilir:
- Beslenme prensibi: Eğer besin maddesinin mayası, onu sindiren mayadan daha az aktifse, beslenme süreci zayıf olur.
- Tıp prensibi: Eğer ilaç olarak verilen maddenin mayası, zayıflamış bedenin mayasından daha aktifse, iyileşme süreci desteklenir.
- Zehir prensibi: Eğer dışarıdan gelen bir maya (exogen ferment), bedenin doğal mayasını alt ederse, denge bozulur ve zehir etkisi ortaya çıkar.
Beşinci unsurdan yoksun bir besin, yaşamı sürdüremez. Besin yalnızca plastik bir madde (malleable) olmamalıdır. Modern bilimin “vitamin” kavramı, besinin beşinci unsuru kimyasal varlıklar üzerinden sistemleştirme girişimidir, ancak bu yaklaşım eksiktir.
Bu aynı zamanda döllenme prensibidir. Yumurta, gelişmek için gerekli her şeyi içinde barındırır. Ancak eril tohumu tarafından verilen itici güce ihtiyacı vardır. Eril tohumu, mayayı taşıyan bir kaptır ve aktivitesi yumurtanınkinden daha yüksektir. Partenogenetik bir yumurta, oluşumu sırasında belirli bir miktar maya almıştır, döllenmiş bir yumurta ise bu mayayı daha sonra alır.
Metaller, diğer varlıklardan farklı bir şekilde yaşamazlar. Onlar da döllenmiş bir yumurtadan doğarlar. Beslenirler, tohum yayarlar ve çoğalırlar.
Bir metal mayası (fermenti), diğer yaşayan varlıklarda bulunan mayadan özünde farklı değildir. O da aktivitesini sergileyebilir. Aynı şekilde, metalik madde de diğer âlemlerdeki maddelerden farklı değildir; onların temelidir.
Metal oluşumu, biri dişil diğeri eril olan iki prensibin birleşmesiyle gerçekleşir. Simyacılar bunları “Cıva” ve “Kükürt” olarak adlandırırlar. Bu terimler günlük anlamlarından farklı bir anlama sahiptir:
- Cıva: Esnek ve şekil verilebilir metalik bir madde.
- Kükürt: Cıvayı pıhtılaştıran ve ona renk veren maya.
Bu iki prensibin yapay birleşimi sağlandığında ve arınmış bir hâle getirildiğinde, “Felsefi Yumurta” (Philosophical Egg) oluşur. Bu yumurta, hem eril hem dişil prensipleri içerir. Bu çift doğanın, uygun sıcaklık ve hava izolasyonu koşullarında korunması gerekir, böylece içsel maya harekete geçebilir.
Gerçek bir gebelik süreci (gestasyon) başlar: Cıva çözülür ve kükürt ile derin bir birleşim içine girer; kükürt, cıvayı sindirir, düzenler ve metale sabitler; ayrıca heterojen (farklı nitelikteki) parçaları ayırır. Bu pişirme (coction) sürecinin tanımı, modern biyolojide embriyogenez (cenin oluşumu) üzerine yapılan gözlemlerle büyük benzerlik göstermektedir.
Kükürt ve cıva özünde aynıdır, ancak dereceleri farklıdır. Kükürt, sabitlenmiş cıvadır; onun gizil (potansiyel) nitelikleri etkin hale gelmiştir. Cıva ise kükürttür, ancak ham ve olgunlaşmamış bir halde bulunmaktadır. Tam anlamıyla simyasal işlem bir pişirme sürecinden (coction) farklı bir şey değildir. Bu uzun süreli pişirme, demir-kükürdün gelişmesini ve pasif cıvayı kendi formunda dönüştürmesini sağlar. Bu aşama, mayanın çoğaltılması evresidir.
Bu maya, mecazi anlamda ateş olarak adlandırılır: İçsel ateş, gizli ateş, saklı ateş. Normal ateş, yanıcı maddenin içinde hapsedilmiş ısıyı açığa çıkararak çoğalır. Aynı şekilde, hermetik süreçte kükürt-mayası da benzer bir çoğalma etkisine sahiptir. Polenle döllenme, sperm ile yumurtanın birleşimi, maya ekimi gibi işlemler, ateşin etkisinin farklı varlıklardaki tezahürleridir. Bu süreç her zaman potansiyel dişilin (cıva), etkin erkeğe (kükürt) dönüşmesini içerir. Bu küçük miktarda bir ajanın, büyük miktarda bir alıcıya eklenmesiyle gerçekleşir. Ancak, cıva olarak adlandırılan dişil öğe, kendi potansiyel durumunda dönüşüm için gerekli niteliklere sahip olmalıdır. Yanıcı olmayan madde yanmaz, mayalanmayan şey fermente olmaz.
Bu yüzden şu öğüt verilir: ‘Cıva maddesini dikkatle ve bilgece seçin.’ Sıradan metal, cıvadan yapılmış olsa bile, yeterince “canlı” değildir ve beklenen hızda evrimleşemez. Bu nedenle, Felsefi Cıva (Mercurius Philosophorum) kullanılmalıdır. Ancak, bu maddenin kökeni ve hazırlanışı açıkça anlatılmamış, veya anlatıldıysa da simyacılar tarafından oldukça kapalı ve çelişkili ifadelerle aktarılmıştır.
Metal evrimi, bitki âlemindeki aşı işlemine benzetilir. Seçilen bir sürgün, gelişmiş ama yaşlanmış bir ağaca aşılanır. Ağaç, eski, güçsüz, ama mükemmelleşmiş bir kök, sürgün, ilkel, niteliksiz ama genç ve güçlü bir filizdir. Simyacılar buna “Yaşlı Kral ile Genç Bakirenin Evliliği” derler. “Bu evlilikten, güçlülerin en güçlüsü doğacaktır.” Kükürt tohumu “Yaşlı Kral”dan gelir, Cıva tohumu ise “Genç Bakire”den. Bu anlatıyı çoğu gelenek ve dinde bulabiliriz. Her şeyin yaşam süresi, varlığı mükemmelleştirir, ama aynı zamanda onu yaşlandırır ve gücünü zayıflatır. Mükemmelleşmiş metaller ölüdür. Tam tersine, “canlı” metaller ilkel halde olanlardır.
Sanat, şu üç sürecin gerçekleşmesini amaçlar:
- Mükemmel ile kusurlu olanı birleştirmek,
- Ölü ile canlıyı kaynaştırmak,
- Birbirlerini mayalayarak, ortaya çıkan mükemmel ikiliyi artık maddelerden (dışkılar, plesentalar, kabuklar, rahimler) ayırmak.
Çünkü her nesilde, bu atıklar daima bulunur ve saf öz onlardan ayrılmalıdır.
Burada terminolojiye girmek istemiyorum, çünkü bu başlı başına derinlemesine bir çalışma gerektirir Ancak dört elementin kapsamı içinde kalacağım, çünkü bunlar önemli bir rehber niteliğindedir. Bunlar, hem maddenin formları hem de insanın dört mizacıdır. İnsan, yaşamı boyunca mizacını değiştirir.
İnsan hayatında dört element ve mizacı:
- Çocukluk → Flegmatik (su elementi)
- Gençlik → Sanguin (hava elementi)
- Su ve hava, cıvanın elementleridir.
- Olgunluk (hayatın ikinci yarısı) → Safra tabiatlı, kolerik (ateş elementi)
- Yaşlılık → Melankolik (toprak elementi)
- Ateş ve toprak, kükürdün elementleridir.
Aynı süreç yıllık mevsimler, bitki büyümesi ve hatta gelişen bir mineral sistemi için de geçerlidir.
Döngünün kapanmasıyla ölüm gelir. Ancak toprak elementinde, ateş sabitlenmiş ve gizlenmiştir. Ölü bedenden, toprağa sabitlenmiş olan kükürt çıkarılır. Bu, yeni bir döngüyü harekete geçirecek ve katalize edecek tohumdur. Yenilenmenin gerçekleşmesi için, bu kükürt cıva ile birleştirilmelidir. Yani, hava içeren bir su ile.
Simyasal dönüşümde Cıva (su + hava) uçucudur. Kükürt (ateş + toprak) ise sabit. Cıva, damıtma (distilasyon) yoluyla çıkarılır ve saflaştırılır. Kükürt, kalsinasyon (yakma-kavurma) ile sabitlenir. Süblimasyon, uçucu olmayanı ayırır. Kalsinasyon, sabit olmayanı ayırır.
Bu iki doğanın birleşimi, hazırlık aşamasındaki süblimasyon ve kalsinasyon işlemlerinden sonra gerçekleşmelidir. Bu noktada sindirim süreci başlar, önce analiz edilir, sonra sentezlenir. Antik çağ filozofları ayırma ve birleştirme (Solve et Coagula) kavramından bahsederlerdi. Bu süreç, organik dünyada da gözlemlenir. Erkek ve dişi üreme hücreleri önce ayrılır, sonra birleşir ve büyür.
Dört elementin döngüsü birkaç kez kendini tekrar eder. Tıpkı zaman içindeki mevsimlerin birbirini takip etmesi gibi. Her döngü, beşinci unsurun (quintessence) bir kısmını yoğunlaştırır ve beden-kabına hapseder. Bu süreç, daha hızlı mutasyonları tetikler ve sonunda binlerce yıl sürecek doğal dönüşümü, yalnızca birkaç saat içinde metalik madde üzerinde gerçekleştirme noktasına ulaşır.
Simyanın Temel İşlemleri
- Çözülme (Dissolution) → Toprağı suya dönüştürür ve içinde hapsolmuş tohumu serbest bırakır.
- Süblimasyon (Sublimation) → Suyu havaya dönüştürür ve cıvayı açığa çıkarır.
- Pişirme (Coction) → Havayı ateşe dönüştürür ve cıvayı olgunlaştırır.
- Sabitlenme (Fixation) → Ateşi toprağa dönüştürür ve cıvayı kükürte çevirir.
Böylece dört halin döngüsü tamamlanmış olur.
Yeni bir kükürt çözülmesi, safları safsızlardan ayıracaktır ve süreç böyle devam edecektir.
Simyacılar, bu işlemlerin tamamını sürekli bir “pişirme” (coction) süreci olarak tanımlarlar. Bu, aslında ruh ile bedenin birleşmesi, maddenin, onu daha iyi ve daha canlı hale getiren beşinci unsur tarafından nüfuz edilmesi anlamına gelir.
Evrimden sorumlu ajan, “ateş” olarak adlandırılır. Ancak bu terimi bilerek belirsiz bırakıyoruz; çünkü bazen ısıyı, bazen maddenin içsel gücünü ifade eder.
*
Kaynak


“De cavernis metallorum occultus est, qui Lapis est venerabilis.” — Hermes
Çevirisi:
“O saygıdeğer Taştır ki, metallerin mağaralarında gizlenmiş olarak yaşar.” — Hermes
Bu ifade, simyanın merkezî gizemine—Felsefe Taşına—atıfta bulunur.
Taş, dünyanın derinliklerinde saklıdır ve bu,
metallerin madenciliği ve arıtılmasıyla hem maddi hem de ruhsal olarak metaforik bir bağ kurar.
“Hermes”e yapılan gönderme, Hermetik felsefe ile uyumludur.
Sıradan maddelerin altına dönüştürülmesi,
içsel ruhsal aydınlanma ile paralel bir süreçtir.
*
‘Hermetik Zafer’ (1699) Ön Kapak Tasvirinin Çevirisi
Limojon de Saint-Didier’in Kendi Açıklamasıyla
Amblemin Genel Açıklaması
‘Burada, bu Felsefi bilmecenin üzerindeki örtüyü tamamen kaldırarak gerçeği açıkça ortaya koyan ayrıntılı bir açıklama beklenmemelidir. Eğer öyle olsaydı, o zaman tüm Filozofların yazıları ateşe atılmalıydı. Bilgeler artık cahillere karşı hiçbir avantaja sahip olmayacak, her ikisi de bu harikulade sanatta eşit derecede yetkin olacaktı.
Bu nedenle, bu resimde, bir aynada olduğu gibi, bu küçük kitaba sığdırılmış gizli Felsefenin tüm özetini görmekle yetinmek gerekir. Bu amblemin tüm bölümleri de burada izin verilen ölçüde açık bir şekilde açıklanmıştır.
Felsefi sırlarla inisiye olmuş olanlar, bu figürde gizlenmiş anlamı hemen kavrayacaklardır. Ancak bu aydınlanmaya sahip olmayanlar, burada genel olarak Gök ile Yer arasındaki karşılıklı bağlantıyı, Güneş ve Ay aracılığıyla gözlemlemelidirler; çünkü bunlar, bu Felsefi birliğin gizli bağlarıdır.
Eserin pratiğinde, gizlice birleşerek gizemli üçgen taşı doğuran iki paraboller akıntısını göreceklerdir ki bu, Sanatın temelidir.
Ayrıca, nüfuz edici ruhu buharlaşarak kap içinde yoğunlaşan gizli ve doğal bir ateş göreceklerdir.
Süblimasyon sürecinden geçen taşın, Güneş ve Ay’ı – ki onlar onun anne ve babasıdır – nasıl aldığına tanık olacaklar; ve ilk olarak onlardan mükemmellik tacını miras edindiğini göreceklerdir.
Pratiğin devamında, bu ilahi likörde, Elementlerin dönüşümü ve ilkel unsurların ayrıştırılmasıyla gerçekleşen çift taçlandırmayı göreceklerdir. Bu dönüşüm, Merkür’ün gizemli kadüsesi aracılığıyla gerçekleşir ve şaşırtıcı başkalaşımlar yaratır.
Aynı Merkür’ün, bir Anka kuşu gibi ateşte yeniden doğarak, Magisteryum aracılığıyla Filozofların kükürdünün nihai mükemmelliğine ulaştığını ve böylece Doğa’nın üç krallığı üzerinde mutlak bir güç kazandığını göreceklerdir. İşte bu, ona üçlü tacını kazandırır ve üzerine dünyanın en temel hiyeroglifi yerleştirilir.
Son olarak, Zodyak’ın bir bölümünün ve orada temsil edilen üç burç işaretinin ne anlama geldiğini göreceklerdir. Tüm bu açıklamaları bir araya getirdiklerinde, gizli Felsefenin tümünün ve pratiğinin büyük bir kısmının anlamını çıkarmak imkânsız olmayacaktır; ki bu da eserin sonunda Hermes’in öğrencilerine hitaben yazılmış mektupta detaylandırılmıştır.’

Bir yanıt yazın