Bibliyoterapi
Anna Kingsford – Baron Spedalieri’ye Mektup
Çeviri: Hakan Reşit Arcasoy
Düzenleme: Nalan Özkan Lecerf
Soldaki Resim: Frederic Leighton, ‘Persephone’nin Dönüşü’ (1891)
HYGEIA’nın Mavi Evi’nden yapılan bu paylaşım Edward Maitland’ın ‘Anna Kingsford – Hayatı, Mektupları, Günlüğü ve Eserleri’ adlı kitabından alıntıdır. Bu kitap Anna Kingsford’un ana biyografisi olup iki büyük cilt halinde hazırlanmıştır. Aşağıda okuyacağınız mektup MEKTUPLAR VE AYDINLANMALAR’dan (Cilt II, XXIX. Bölüm) alınmıştır. Kitabın birinci baskısı Ocak 1896’da, aslında bir yeniden basım olan “2. Baskı” aynı yılda yapılmıştır. 3. baskısı ise Samuel Hopgood Hart tarafından Londra’da 1913 yıllında editlenip John M.Watkins (Watkins Yayınevi) tarafından basılmıştır.
*
Baron Spedalieri’ye
24 Mayıs 1885
“Bay Maitland’a yazdığınız mektup esas olarak benim makalemle ilgili olduğu için, ortaya koymayı amaçladığım doktrini yanlış anladığınızı görerek ona cevap vermeyi uygun gördüm.
Başlangıçta ruhun düşüşünden bahsederken dinleyici ve okuyucularımın Eflatun ve Kabala’nın kendi tarzlarından hareketle bir kişileştirme yoluna başvurduklarını anlayacaklarını düşünmüştüm.
Ruh gerçekten de düşer; ama hem ‘ruh’ hem de ‘düşer’ sözcükleri bu bağlamda mecazi anlamda kullanılmıştır.
Varlıktan Varoluş’a bir geçişi ima ettiğimizde dilimiz bir ‘düşüş’ten söz etmemizi gerektirir; elbette burada bir konumdan diğerine geçişten ziyade yalnızca bir durum değişikliği kastedilir.
Ve bu şekilde düşen ‘ruh’ dünyanın ruhudur (Persephone) bir dizi bireysel ruh değildir.
Çünkü bireysel ruhların evrimi ve gelişimi maddesel koşullarda gelişim yoluyla gerçekleştirilir; dolayısıyla ruh bu koşulları varsaymadan önce zaten bireyselleşmiştir.
Generatif (ç.n. döl oluşturmaya müsait) durumlara ‘düşen’ şey Monad (ç.n. Yüce Varlık veya her şeyin bütünü) ya da İlahi Yaşam tarafından canlandırılan İlahi Madde’dir.
Ve Madde ve Zaman alanında ilk ortaya çıkışı bireysel değil, dağınık bir varoluş olarak; öz-bilinç olarak değil, sadece bilinç olarak gerçekleşir.
Ancak tüm yüksek varoluşların potansiyeli onun içinde bulunup uyuklar durumdadır; o sonraki tüm gelişmelerin etkin nedenidir.
Persephone tekamülü sırasında yedi makam veya ‘evden’ geçer; bunlardan ilki varoluşun eterik ve elemental durumları olarak tamamen ilkel ve dağınıktır.
Ayrıca ruhun özgür iradeyle ‘düştüğünü’ altını çizerek ileri sürmek isterim. Bir Panteist olarak, dünyaların popüler anlamda Tanrı tarafından yaratılmadığını, ama Tanrı’nın dünyaların özünde içsel olarak olduğunu savunuyorum.
Bu nedenle, bu düşüş ya da öznel Tanrılığın nesnel koşullara sokulması, açıkça özgür iradenin bir eylemidir.
Monad -Persephone – Zeus’un gerçek kızı, Tanrı’nın özüdür. Platonik gizemlerden öğrendiğimiz üzere, Zeus’un bilgisi dahilinde ve açık iradesiyle gerçekleştiği için onun düşüşü bir kaza, hata ya da kusur değildir.
Bu nedenle yaratılış-ya da oluşum- İlahi Yaşam tarafından harekete geçirilen ruhun – ya da İlahi Maddenin – özgür iradesiyle gerçekleşir.
“Eğer ‘yaratılış’ için bundan başka bir köken varsayacak olursak, kendimizi teolojik bir ikilem içinde buluruz. Ya İlahi niyetin bir felaketle hüsrana uğratıldığı- ki bu saçmadır – ya da Yaratılış’tan önce Tanrı’da bir şeylerin eksik olduğunu – ki bu da daha az saçma değildir – kabul etmek zorunda kalırız ki Tanrı bu eksikliği gidermek için dünyaları yaratmıştır ve bu da İlahi Doğa’da kusur olduğunu iddia etmek anlamına gelir.
Ancak bilimsel ve teosofik açıklama şudur: Tezahür veya Eylem (Yaratılış), Tanrı’nın Çoklu(birden çok) hale geldiği bir Tanrı halidir. Diğer Pasiflik (ç.n. alıcı) hali bu şekilde askıya alınmış ya da kesintiye uğramış değildir, çünkü her iki hal de birlikte mevcuttur.
Zaman bir kurgudur, gerçeklik değildir ve sonuç olarak Yaratılış, Hinduların Maya dedikleri şey vasıtasıyla Varlığın üstlendiği İlahi bir durumdur.
Uyku olmadığı için uyanıklık kusurlu ya da eksik değildir; uyanıklık olmadığı için uyku da eksik ya da kusurlu değildir.
Her iki durum da kendi düzenleri ve nitelikleri içinde mükemmeldir; İlahi Eylem ve Pasiflik durumları da böyledir.
Bunlar basitçe Tanrı’nın ebediyen gelip giden ve akıştaki iki halidir ve bunlardan Pasiflik ‘Brahm’ın Gecesi’ni temsil eder – bilincin deyim yerindeyse kendi içinde nabız gibi attığı, farklılaşmadığı ve çekilmediği Nirvânik durum: Pleromik Karanlıkta duran potansiyel ve tezahür etmemiş bir Güç. Eylem durumunda veya ‘Brahm Günü’nde, Güç yaratıcı hale gelir ve Karanlık, Işık olur. Bu eylem durumu ruhun oluşum halindeki durumudur.’’
“Bunda Hermetik doktrinle çelişen hiçbir şey yoktur. Gizemlerin tüm farklı biçimleri -Helenik, Kabalistik, Yeni Eflatuncu, Budist – farklı şekillerde ifade edilse de aynı doktrini öğretir.
Ve tüm kilitlerini açan anahtar uygulandığında, Persephone alegorisini, Ruhların Düşüşünü, Düşmeyi ve Evrimi tek ve özdeş, mükemmel uyumlu ve apaçık görürüz.”
Bir yanıt yazın